Filantropi Ortaklıkları Nasıl Başarıya Ulaşır, Neden Başarısız Olur?

Filantropi Ortaklıkları Nasıl Başarıya Ulaşır, Neden Başarısız Olur?

Bağışçılar, bir asırdan fazla süredir, United Way Worldwide gibi sosyal kurumlar, mülteci yardımlaşma dernekleri ve inanç temelli bağış çevreleri aracılığıyla değişim yaratmak üzere kaynaklarını birleştiriyorlar. Ancak son yıllarda yatırımların miktarı ve bağımsız fon sağlayıcıların geliştirdikleri ortaklıklar çarpıcı biçimde canlandı. Örneğin, bir tür fon havuzu olan toplu bağış fonlarının %70’inden fazlası 2000 yılından sonra ortaya çıktı. Blue Meridian Partners, Co-Impact ve END Fund gibi devasa fonlar ise son birkaç yılda oluştu. Bu fonların her biri en umut vaat eden sosyal girişimlere kaynak aktarmak üzere onlarca milyon doları bir araya getirmeyi hedefliyor.

Yükselen bu trendle uyumlu olarak bağışa dayalı ortaklıkların sektörde uyguladığı güç dikkate alındığında, fon ortaklıklarının yoğun bir ilgi ve araştırma konusu olması şaşırtıcı değil. Ortaklıklara ilişkin literatür taraması ile Center for Effective Philanthropy’den Phil Buchanan, Grantcraft’tan Cynthia Gibson ve Anne MacKinnon, University of Chicago’dan Ralph Hamilton, Rockefeller Philanthropy danışmanları, Hudson Institute’ten Bill Schambra ve bazı Bridgespan çalışanları gibi uygulayıcılar ve akademisyenler tarafından hazırlanmış 125’ten fazla makale ve rapor tespit ettik. Bu kaynaklar farklı ortaklık modellerini, ortaklıktan beklenen faydaları ve ortaklığın başarısıyla ilişkilendirilen uygulamaları ayrıntılı biçimde ele alıyorlar.

Ancak araştırmamız fon sağlayıcıların ortak hareket edip etmemesi gerektiğine, edeceklerse de başarısızlığı başarıdan ayıran unsurların neler olacağına dair bilgi eksikliklerini ortaya çıkardı. Bu eksiklikler, biraz da ortaklıkları incelemenin doğasındaki zorluklardan kaynaklanıyor. Karşılaştırma yapabilmek için kusursuz kontrol grupları bulunmuyor, eksiklikler de en önemli soruyu yanıtlamayı zorlaştırıyor: Bu zahmete değer mi? Ayrıca ortaklıkların çeşitliliği ve başarısızlık konusundaki suskunlukları, başarı faktörleri ile başarısızlığa yönelik gizli tehlikeleri ayrıştırmayı güç hâle getiriyor.

Eksikliklerin incelenebilmesini sağlamak için başarılı 10 ortaklığın yanı sıra aksamış veya başarısız olmuş 15 ortaklığa ilişkin titiz bir çalışma yürüttük (söz konusu ortaklıkların listesi için raporumuzu inceleyebilirsiniz). Bağışçıların bir dizi müşterek kritere göre oluşturduğu ortaklıkları araştırmamıza dahil ettik, bireysel finansman hedeflerini izlerken birlikte öğrenmeye odaklananları hariç tuttuk (bu ortaklıkların gelecekteki araştırmalarımız için önemli olduğuna inanıyoruz). Çalışmamız, 10 güçlü ortaklıktan 95 fon sağlayıcının ve hibe alan 330 kişinin/kurumun anket yanıtlarının yanı sıra 65 mülakatı içeriyor. Hem ABD’de hem de diğer ülkelerde farklı mesele alanlarında çalışan irili ufaklı kurumsal ve bireysel fon sağlayıcılardan oluşan bir örneklem seçtik. Ayrıntılı araştırma için seçilen 10 ortaklık, değerlendirme için gereken üç yıllık deneyim koşulunu sağlıyordu.  

Araştırmanın temel bulgusu şu oldu: Fon ortaklıkları, doğru uygulamalar aracılığıyla, fon sağlayıcıların kendi başlarına elde edebileceklerinden daha iyi sonuçlar elde edebilirler.  Büyüklüklerine ve faaliyet alanlarına göre araştırmaya dahil edilen 10 ortaklığın deneyimlerinin tüm fon ortaklıklarını temsil edemeyeceği unutulmamalı. Araştırmanın örneklemi, ortaklıkların belirli alanlarda ne kadar etkili olup olmayacağını belirleyecek kadar geniş değildi. Bununla birlikte, araştırmamız daha güçlü modellerin elde edebileceği değeri gösteriyor. Ortaklıkların hibe sunma stratejilerine odaklanabilecekleri ve daha büyük etki yaratmak için hibe alanları ortaklığa dahil edebilecekleri mekanizmalar konusunda da rehberlik sunuyor.

 

Fon ortaklıkları değer yaratabilir mi? Kimin için yaratabilir?

Hem fon sağlayıcılar hem de hibe alanlar araştırma için seçilen 10 ortaklığın etkilerinden oldukça memnun olduklarını belirttiler. Fon sağlayıcı olarak araştırmaya katılanların %94’ü ortaklıkların genel olarak başarılı olduğunu, %93’ü de ortaklıkların hedeflerine ulaşmak için doğru yolda olduğunu doğruladılar. Ayrıca 53 puanlık (ve -100 ile 100 aralığındaki endeks aralığına kıyasla 0 ile 80 aralığında) “Net Tavsiye Skoru” (NTS) ile ortaklıkları konusunda yüksek düzeydeki memnuniyetlerini dile getirdiler. Bu, NTS uzmanları tarafından oldukça iyi kabul ediliyor. Daha önemlisi, fon verenlerin %92’si ile hibe alanların %80’i ortaklığın faydalarının katılım maliyetinin üstünde olduğunu söylediler.

Fon büyüklüklerinin, türlerinin ve faaliyet alanlarının farklı olması, fon verenlerin ortaklıklara verdiği değeri ya da algıyı değiştirmiyor. Bu, tüm fon sağlayıcıların ortaklaşa üretecekleri değer için çalıştıkları sürece bu tür ortaklıklardan faydalanabileceğini gösteriyor.

“Daha önce, fon sağlayıcının biri herhangi bir nedenle ortaklıktan uzaklaştıysa yine de çabalayıp iki veya üç kişiye daha ulaşabilirdim. Ama alanımdaki tüm büyük fon sağlayıcılar aynı masadaysa, bu durum hem benim hem de yönetim kurulum için ürkütücü olur.”

Fon verenler, bir ortaklığa dahil olduklarında farklı faydalara erişiyorlar. En çok dile getirilen iki fayda (anketimize katılanların dörtte üçü tarafından zikredildi) daha fazla şey öğrenmek ve sektör dahilinde önemli ilişkiler geliştirmek oldu. Bu ikisinin haricindeki faydalar (sorunun ölçeğiyle uyumlu bir stratejiyi fonlamak, hibe alanları belirlemek ve bir meseleye tek başına yapabileceğinden daha fazla para aktarmak) sayesinde, yalnızca öğrenmeye odaklananlara kıyasla fon ortaklıklarının özgül değerinin ortaya çıktığını görüyoruz. Fon verenlerin, fonların ölçeklenme riskini alması da başka bir fayda olarak öne çıkıyor. Son olarak, mülakatlarımıza katılanlar tüm bağışçıların her zaman aynı faydayı gözetmediğini açıkça belirttiler. Örneğin, yerel fon sağlayıcılar kendi toplulukları için daha fazla fon sağlamak üzere ulusal fon sağlayıcılarla işbirliği yapabilirler. Geniş kadrolara sahip olmayan bireysel fon sağlayıcılar ise başkalarının kapasitelerinden yararlanmaya çalışabilirler.

14 üyesiyle mültecilerin aktif birer katılımcı olarak Amerikan demokrasisine tam entegrasyonu için çalışan, 2003’te kurulmuş fon ortaklığı Four Freedoms Fund (FFF) örneğini ele alalım. Bu ortaklık yerel ve ulusal mülteci hakları örgütleri ile mülteci liderleri arasında köprüler oluşturarak sonuç arıyor. FFF’in fon sağlayıcılarından Unbound Philanthropy’nin ABD Programları Direktörü Ted Wang, “Bilgiyi paylaşmak ve birlikte üretmek için önemli bir ortaklık,” diye yorumluyor. Wang, ortaklığın bir başka faydasını da hatırlatıyor: “Ulusal fon sağlayıcılar olarak kapasite eksikliğimiz nedeniyle taban örgütlerine ulaşabilmemiz zor. 30 eyaletteki her şeyi takip edemiyoruz, bu da FFF’in uzmanlık alanı.”

Hibe alanlar da olumlu hikâyeler anlatıyorlar. (10 güçlü ortaklığın birinden veya daha fazlasından hibe alan) 330 kişi/kurum, ortaklığın sunduğu faydanın katılım maliyetinin üzerinde olduğunu kabul ediyor ve ortaklıklara oldukça yüksek NTS puanı (ortalama 48 puan) verdi. En fazla raporlanan faydalar arasında sistemsel seviyede etki üretmek, daha fazla itibar kazanmak ve finansal olmayan destek bulmak öne çıkıyor.

Hibe alanlar, ortaklıklar nedeniyle bazen büyük zorluklara göğüs gerdiklerini ileri sürerek fon sağlayanlara nazaran çok daha geniş bir NTS yelpazesi sunuyorlar. İyi haber ise çoğunun (%60’ı) bireysel fonun faydalanıcısı olarak üstlenecekleri tipik maliyetin ötesinde hiçbir ek maliyete maruz kalmamalarıydı. Bu da sermaye maliyetinin gereğinden fazla yüksek olmamasının önemli bir göstergesiydi. Ek maliyet bildirenlerin en çok dile getirdikleri de fon sağlayıcı ilişkilerini yönetmek ve güç dinamiklerinin artmasına yönelik risklerdi.

Kaynakların yoğunlaşması, ortaklığın stratejisine uyum sağlamaları için hibe alanların üzerinde fazladan baskı oluşturabilir ve yoldan çıkmaları durumunda riski artırabilir. Örneğin, hibe alanlardan biri ortaklığın “ana misyonun geliştirilmesinde hakiki işbirliğinin eksikliği”ne işaret etti. Bir diğeri ise şu gözlemini aktardı: “Daha önce, fon sağlayıcılar herhangi bir nedenle ortaklıktan uzaklaştıysa yine de çabalayıp iki veya üç kişiye daha ulaşabilirdim. Ama alanımdaki tüm büyük fon sağlayıcılar aynı masadaysa, bu durum hem benim hem de yönetim kurulum için ürkütücü olur.”

“Güçlü ortaklıkların hepsinde bireysel fon sağlayıcıların ulaşabileceklerinden büyük bir etkiyi nasıl üretecekleri, hangi türden hedefleri gözetecekleri, fon verenler ve hibe alanlar için nasıl değer yaratacakları konusunda net bir ‘öncelikli yatırım tezi’ bulunuyor.”

Fon sağlayanlar kolektif olarak en kuvvetli hibe alanlarını belirlediklerinde, bu durum bireysel fon sağlayıcıların kararlarından çok daha farklı bir “kazananlar ve kaybedenler” kümesi de oluşturuyor. En büyük etkiye ulaşmak için en güçlü kuruluşları belirlemek ve desteklemek önemli. Öte yandan bazı kâr amacı gütmeyen kuruluşlar verimliliğin yanı sıra herhangi bir nedenden ötürü ortaklığın hibe alanlar grubuna kabul edilmeyebilir. Nathan Cummings Foundation’ın başkanı ve CEO’su Sharon Alpert da benzer bir zorluğa işaret ediyor: “Bir ortaklığa giriştiğinizde esasen eşik bekçileri yaratmış oluyorsunuz. Fon sağlayanlar ile hibe alanlar arasında yeterince bire bir ilişki olmuyor.” Kısacası, dikkat gösterilmediğinde, sermaye birikimi kör noktaları ve gizli önyargıları büyütebilir.

Gerçek şu ki fon ortaklıkları her zaman değer yaratmayabiliyorlar. Katılımcılarla yaptığımız görüşmelerden sonra 15 ortaklığın aksadığını ya da tamamen başarısız olduğunu görüyoruz. Bu tür başarısızlıklarda en sık rastlanan tehlike ise stratejik netliğin olmaması. Bu tehlike, ortaklaştırılmamış yatırım hedefleri ve net gelişim noktalarının olmaması nedeniyle ortaya çıkıyor. Ayrıca yapısal problemler ve önceki hatalardan ders çıkarmamak da karşılaşılan problemler arasında. 

Araştırmamızda bizi şaşırtan nokta ise başarılı ortaklıklar için “güçlü liderlik” kavramının oldukça az dillendirilmesiydi. Özellikle başarısız ortaklıklarda dile getirilmesine karşın başarılı fon ortaklıklarında güçlü liderliğin daha sık bir faktör olarak duyurulması oldukça dikkat çekici. Tahminimiz zayıf liderliğin zorlayıcı ilişkileri yönetmedeki başarısızlığı ya da üyeleri ortak hedefte toplayamamaları gibi kendini farklı biçimlerde ortaya çıkarması. 

 

Net yatırım tezi ortaklıkların değer üretmesini nasıl sağlar?

Başarılı ortaklıklar aradıkları değeri nasıl bulurlar? Başarı için standart bir reçete olmasa da araştırmamız 10 güçlü ortaklığın hepsinin bireysel fon sağlayıcıların kendi başlarına başarabileceklerinin ötesinde etkiyi nasıl üreteceklerine, ne türden hedefleri izleyeceklerine, fon sağlayıcılar ve hibe alanlar için nasıl değer yaratacaklarına ilişkin açık bir “öncelikli yatırım tezine” sahip olduklarını ortaya çıkardı. 

Yatırım tezinin netliği her şeyden çok ortak performansı yükseltiyor gibi görünüyor, öte yandan doğru bir yatırım tezine ulaşmak en büyük zorluğu da beraberinde getiriyor. Bazı ortaklıklarda birden fazla yatırım tezinin unsurları bulunurken, başarılı ortaklıklar tezlerinden birini “öncelikli” olarak işaretledi. Bulduğumuz öncelikli yatırım tezleri 3 kategoride toplanıyor:

  1. Organizasyon fon sağlayıcıları: Hibe alanları öne çıkararak ve merkeze koyarak güçlü organizasyon odaklı stratejileri destekleyin, diğer fon sağlayıcılara da bu yüksek performanslı liderlerin ve kuruluşların dikkate değer güvene ve yatırıma layık olduğunu bildirin.
  2. Alan kurucular: Tanımlanmış bir alanı veya bir dizi uygulamayı değiştirerek zaman içinde dirençli alanlar oluşturun, nihayetinde o alandaki organizasyonların stratejilerini daha etkin bir şekilde yürütmelerini sağlayın.
  3. Hedef ortaklaştıranlar: Stratejileri, hastalıkların ortadan kaldırılması gibi genelde nüfus düzeyinde değişim arayışına uygun biçimde, “net aşamalara” göre hizalayın. Bu yaklaşımı önceliklendiren ortaklıklar, fon sağlayıcılar arasında stratejik örtüşme alanları belirler veya oluşturur, koordineli bağış yaklaşımları geliştirir.

Peki, bir yatırım tezi üzerinde anlaşamamanın sonuçları ne olur? İncelediğimiz aksayan veya başarısız olan ortaklıkların çoğu hedeflerine nasıl ulaşacakları, fon sağlayanlar ve hibe alanlar için nasıl değer yaratacakları konusunda net olmadıklarını aktardılar. Yukarıda belirtildiği gibi, ortaklık liderlerinin çoğunlukla karmaşık meseleleri çözmek için birden fazla yaklaşımı kullanmaları gerekir. Yine de öncelikli yatırım tezine sahip olmak, yatırımcılar (Bu ortaklık yoluyla yatırım yaparak gerçekten ne satın alıyorum?) ve hibe alanlar (Kimin stratejisini finanse ediyoruz, benimki mi yoksa sizinki mi?) için kritik soruları açıklığa kavuşturur.

Yatırım tezlerindeki kategorilere biraz daha yakından bakalım:

 

  1. Organizasyon Fon Sağlayıcıları

Bu yatırım tezini izleyen ortaklıklar, öncelikle yüksek performanslı liderleri ve fon ortaklıklarının genel hedeflerine hitap eden organizasyonları destekleyerek sonuç vaat ederler. Hibe alanların çalışmalarının toplamının ortaklık için konsolide bir hedefi oluşturmasını beklemek yerine hibe alan her bir kişinin gerçek potansiyeline ulaşmasını desteklerler.

2011’de kurulmuş Big Bang Philanthropy’yi ele alalım. Küresel yoksulluğa ilişkin çözümlere odaklanan bu ortaklık, bireysel karar haklarını elinde bulunduran ancak her biri yılda en az beş Big Bang hibesi vermeyi kabul eden 17 fon sağlayıcıdan oluşuyor. Fon sağlayıcılar, sadece bir yarı zamanlı personel ile toplu olarak yılda 30 milyon dolardan fazla yatırım yapıyorlar.

Big Bang fon sağlayıcıları için birlikte çalışmanın değer önermesi açık. Big Bang üyesi Milago Foundation’ın genel müdürü Kevin Starr “Ortaklaşa fon sağlamanın ötesinde, Big Bang’de paylaştığımız en önemli üç şey durum tespiti, saha ziyaretlerinden elde edilen izlenimler ve potansiyel hibeler. “Bazı üyelerimizin personeli var, bazılarının yok. Yine de her Big Bang fon sağlayıcısı, bir bütün olarak hibe verme işimizi geliştirmek için kendi güçlü yanlarını paylaşıyorlar.” Hibe alanlar da Big Bang portfolyosunun parçası olmanın değerini teslim ediyorlar. Hibe alanlardan biri “gayriresmî ağlar aracılığıyla haberin yayılmasını sağlıyor,” diyor. Diğer fon sağlayanlar da “Big Bang fon sağlayıcılarının yatırımcı olduklarını görüyor, onlar da yatırım yapmak istiyor.”

2016’da kurulmuş bir başka ortaklık Blue Meridian Partners, 14 fon ortağından 1,7 milyar dolardan fazla yatırım sermayesi topladı, ilk 9 girişim için toplam 350 milyon doları onayladı. Hem Edna McConnell Clark Foundation’ın başkanı ve CEO’su hem de Blue Meridian’ın kurucu CEO’su olan Nancy Roob “ABD’de yoksulluk çeken dezavantajlı çocuklar için imkânlar dahilinde kayda değer sayılabilecek, kanıta dayalı, umut verici stratejileri belirlemeye çalışıyoruz,” diyor. “Ulusal sorunları çözme vizyonuna sahip liderler arıyoruz, ulusal ölçekte bu hedefe ulaşmalarına yardımcı oluyoruz. Bu nedenle, yatırımlarımızın ardından liderlerin bu hedefe ulaşıp ulaşmadığına ilişkin ilerlememizi de ölçüyoruz. Her biri de farklı.” Blue Meridian’dan hibe alanlar, sağlık hizmetleri, çocuk refahı ve ceza adaleti dahil olmak üzere bir dizi alanda büyük ölçekli değişim yaratmak üzere çalışıyor.

Bu yatırım tezinde fon sağlayan için asıl değer önerisi, gelecek vaat eden yatırım fırsatlarının ortaya çıkarılmasını, durum tespitinin yapılmasını, çoğu durumda hibe alan kapasitesinin geliştirilmesini ve hibe alan performansının izlenmesini içeriyor. Örneğin Blue Meridian, hibe alanlarını ayrıntılı ölçeklenme planları geliştirmeleri için destekliyor, bu planları da ilerlemeyi ölçmek üzere kullanıyor. Sergey Brin Family Foundation’da filantropi faaliyetlerini yöneten ve Blue Meridian’da ana partner olarak çalışan George Pavlov, “Yıllık harcamalardan payımıza düşenle aynı kapasiteyi geliştirmenin hiçbir yolu yok. [Bu ortaklığın bir parçası olmak] bize sınıfının en iyisi imkânları ve esnekliği sağlıyor,” diyor.

Big Bang, üyeleri için daha az yapılandırılmış bir biçimde değer yaratıyor. Her yıl fon sağlayanların kurumlarını birbirlerine sundukları bir buluşma düzenliyor. Üye etkileşimlerinin çoğu daha gayriresmî: Big Bang üyesi olan DRK Foundation’ın genel müdürü Dodson Cornell, “Bağışlarının etkisini gerçekçi biçimde hızlandırmak isteyen, asgari personele sahip bir grup işi başından aşkın fon sağlayıcı,” diye tanımlıyor. “Birlikte ayrı bir kuruluş yaratmak yerine daha iyi olabilmek için birbirimize yardım ediyoruz.” Big Bang ve Blue Meridian, herhangi bir yatırım tezinde ortaklıkların farklı boyutları ve organizasyon yapılarını tercih edebileceğini gösteriyorlar.

Hibe alanlar ise bu türden ortaklıklara ilişkin dikkate değer faydaları şöyle sıralıyorlar: Fon sağlayıcı desteği, sınırsız sermayeye erişim, uzun süreli fonlama, daha büyük hibeler ve daha fazla fon sağlayan ilişkisine erişim. Anketimize katılan organizasyon fon sağlayıcılarından hibe alanların %60’ından fazlası, başkalarından daha fazla yatırım almanın bu ortaklıkları diğer fon sağlayıcılardan ayıran unsur olduğunu belirtiyor. Örneğin, Blue Meridian hibesinden faydalanan ve planlanmamış hamileliği azaltarak ekonomik fırsatları genişletmek misyonuyla çalışan Upstream USA’in CEO’larından Mark Edwards, Blue Meridian’ın desteğinin başka fon sağlayıcılara “çok daha büyük ve yaratıcı düşünmeleri” yönünde ilham verdiğini söylüyor. “Blue Meridian, büyük ve önemli fırsatlara odaklanmanın yolunu biliyordu.”

Organizasyon fon sağlayıcısı yatırım tezinin zorlukları da var. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, “kazananlar ve kaybedenler” üretme riski bilhassa bu ortaklıklar için gündeme gelebilir, ortaklığın da sağladığı desteği yeniden gözden geçirmesi gerekir. Hibe alanlardan bazıları, organizasyon fon sağlayıcılarının genelde donanımlı olmalarından dolayı (bir dizi farklı mesele alanında çalışıyorlar) hibe alanları dikkatle dinlemeleri, doğru hız ve yöntem konusunda esnek kalmaları gerektiğine dikkat çektiler.

Ayrıca, görüştüklerimizden bazıları birçok topluluk için hedeflenen bir modeli büyütme ile topluluk düzeyinde başarıya odaklanma tercihleri arasında bir gerilime işaret ettiler. Blue Meridian, bu gerilimi gidermek için, bazı çalışmalarıyla diğer bir yatırım tezi olan hedef ortaklaştırmanın özelliklerini öne çıkaracak yeni yaklaşımlar geliştiriyor (daha fazlası aşağıda). Blue Meridian’ın öncü veya topluluk temelli fon sağlayan olduğu iki toplulukta (Tulsa, Oklahoma ve Guilford County, Kuzey Carolina) Blue Meridian fonları hibe alanların nüfus düzeyinde veya benzer ölçekte hedefleri benimsemeleri için diğer organizasyonlar ve yerel topluluk liderleriyle koordine olmasına ve hizalanmasına olanak tanıyor.

Genel olarak, organizasyon fon sağlayıcıları en açık yatırım tezini sunuyorlar (güçlü kuruluşları finanse edin ve destekleyin), mülakatlarımıza katılanlar da özellikle değer önerisinin net olduğunu düşünüyorlardı. Daha geniş kapsamlı sistem değişimi genellikle önemli bir hedef ve tartışma konusu olsa da bireysel olarak hibe alanların başarıları ve stratejileri ekseriyetle ortaklığın da başarısını sağlıyor.

 

  1. Alan Kurucular

Bu yatırım tezini savunan ortaklıklar, tanımlı bir alanı veya bir dizi uygulamayı oluşturmayı ya da şekillendirmeyi amaçlıyorlar. Ayrıca kolaylaştırıcı ortamı güçlendirmeye çalışarak, herhangi bir fon sağlayıcının çıkarı arttıkça veya azaldıkça hibe alanlara tutarlı, uzun vadeli destekler sunabiliyorlar.

2000’de kurulan The Funders Collaborative on Youth Organizing (FCYO), gençlerin örgütlenmesini ve liderliğini desteklemek için kaynakları artırmak üzere 12 fon sağlayıcıyı bir araya getiriyor. Daha önemlisi, FCYO’nun hedefi belirli tek bir sonuca ulaşmaktan ibaret değil. FCYO daha ziyade düşük gelirli gençlerin ve çeşitli mesele alanlarını güçlü bir şekilde savunmaya hazır farklı etnik kimliklerden gelen  gençlerin liderliğini güçlendirmek ve teşvik etmek üzere çalışıyor.

Los Angeles’ın Eastside bölgesinde nitelikli okullar talep etmek, sivil katılımı artırmak ve insanların evlerinden uzaklaştırılmasını önlemek üzere çalışan InnerCity Struggle’ın icra direktörü Maria Brenes, “[FCYO] bize gönüllülerin yönettiği bir organizasyondan tam kadrolu bir organizasyona dönüşmemizi sağlayan kritik tohum finansmanını sağladı,” diyor. “Ulusal düzeyde fon sağlayıcılar nezdinde görünürlüğümüzü artıracak, eğitimde adaleti hızlandıracak stratejimize yeniden odaklanacak ve yerel desteğin temelini oluşturacak kapasiteye kavuştuk. FCYO’nun finansmanından ve desteğinden yararlanarak, üç mahallede yeni devlet liselerinin inşaatını başarıyla tamamladık.” FCYO aynı zamanda ek finansman için lobicilik faaliyetleri yapıyor, odağına aldığı meseleler üzerine araştırmalar yapıyor ve gençlik örgütlenmesinin etkisini daha geniş kitlelere ulaşması için iletişim çalışmaları yürütüyor.

“Hibe alanların, hibenin kendisine ortaklığın sağladığı hizmetlerden fazla değer verip vermeyeceği fon verenler için bir turnusol işlevi görebiliyor.”

Alan kurucular, alışılmadık ve farklı bir değer önerisi sunuyorlar. Alandaki boşlukları belirlemek, stratejiler geliştirmek ve uygulamayı desteklemek gibi bireysel fon sağlayıcıların veya hibe alanların kendi başlarına yapamayacakları faaliyetleri yürütmek için genellikle uzman personel istihdam ediyorlar. Toplantılar düzenlemek, fikri müdafaa etmek, araştırmalar yapmak, en iyi uygulamaları paylaşmak, eğitimler düzenlemek ve teknik uzmanlık sağlamak gibi bir veya birden fazla operasyonel rolü de üstleniyorlar.

Hibe alanlar da diğer hibe alanlarla işbirliği, kapasite geliştirme ve hibelere hızlı erişim gibi faydaları sıralıyorlar. FFF direktörü Anita Khashu, “Federal politikada herhangi bir şeyi değiştirmek için yalnızca çevreleyen strateji dahilinde değil eyalet düzeyinde ve yerel düzeyde güçlü hareket, saha örgütlenmesi ve savunuculuk olması gerekir,” diyor. FFF için 2012’de yapılan bağımsız değerlendirmeye göre, hibe alanların %60’ı politika ve savunuculuk faaliyetlerini etkili bir şekilde uygulamak için daha fazla kapasiteye ulaştıklarını, dörtte üçü de organizasyonlarının bir eyalet stratejisinin veya yerel stratejinin uygulanmasındaki rolü hakkında daha fazla netlik olduğunu bildirdi. Hibe alanlardan biri de “Fonlamaya ek olarak, FFF kapasite geliştirme için çalışma alanımıza göre uyarlanmış araçlar ve eğitimler sağlama konusunda hep istekli oldu. Bu, FFF’i benzersiz yapan şeyin bir parçası. Diğer fon sağlayıcılarımız bu düzeyde bir destek sağlamıyor,” diye belirtiyor.

Araştırmamızdaki alan kurucular, ortalamada en düşük miktardaki finansmana ulaştılar, ancak genelde hibe vermenin ötesinde faaliyetler yürüttükleri de dikkate alındığında en yüksek işletme maliyetlerine sahipler. Bu ek faaliyetler, fon ortaklıklarının bazen hibe alanların işi yapmak üzere daha güçlü bir konumda olduğu alanlarda, kıt kaynaklar için hibe alanlarla rekabet etme riskine girdiği anlamına geliyor. Alan kurucu ortaklıkların üyelerinden biri “Mentorluk için getirilen bazı ‘uzmanlar’ sanki savunuculuğun temel bilgilerine ihtiyaçları varmış gibi hibe alanların oldukça deneyimli olanlarıyla ilgileniyorlardı,” diyor. Bir hibe alan da şunları söylüyor: “İşleri hibe alanları koordine etmek olan üç kişiyi işe almak insanlara fazla geldi. Hibe alanlar da ‘hibeyi bana da verebilirdin,’ diye düşündüler.” Hibe alanların, hibenin kendisine ortaklığın sağladığı hizmetlerden fazla değer verip vermeyeceği ortaklık fon sağlayıcılar için bir turnusol işlevi görebiliyor.

Alan kurucuların strateji üzerinde ortaklık ile hibe alan kontrolü arasında doğru dengeyi kurmaları gerekiyor. Hibe alanlar, bu ortaklıkların zaman zaman çok fazla kontrol uygulamaya çalıştıklarını aktarıyor. Hibe alanlardan biri “Ortaklık kendi ekosisteminin kontrol merkeziydi,” diyor. “Gelişmekte olan [alanı] bağışçı kontrolünden arındırılmış yollarla desteklemek, kaçırılan büyük bir fırsattı.” 

Tüm bu endişelere rağmen daha güçlü alan kurucular genelde hem fon sağlayanlar hem de hibe alanlar tarafından fazlasıyla onaylandılar, verimlilik bakımından da yüksek puanlar aldılar. İlginç bir şekilde, bu ortaklıklar fon ortaklıklarına ilişkin literatürde çok daha az tartışılıyor ve nispeten daha az finanse ediliyor.

 

  1. Hedef Ortaklaştıranlar 

Bu yatırım tezini kullanan ortaklıklar, eşgüdümlü hedefler ve “net aşamalar” geliştirmek üzere fon sağlayanlar arasında stratejik uyum alanları tanımlayarak sonuçları takip ediyorlar. Diğer iki yatırım tezine göre daha çok fon sağlayıcı odaklı olma eğilimindeler, ancak en iyi senaryoda hem stratejilerine hem de uygulamalarına hibe alanları ve toplulukları da dahil ediyorlar. Hedef ortaklaştıranlar, alan kurucuların aksine, genelde kendi programlarını yürütmedikleri gözlemleniyor. Buna karşılık ortak hedefler etrafında uyum geliştirmek üzere katalizör gibi çalışabiliyorlar. Araştırmamızda, bu kategorideki fon sağlayıcıların stratejilerinin büyüklüğü ve karmaşıklığı (ve stratejiyi birden çok fon sağlayan ve hibe alan arasında uyumlu hâle getirme ihtiyacı) nedeniyle bu ortaklıkların başarıya ulaşmak için en çetrefilli kategori olduğunu gördük.

Örneğin, iklim değişikliğinin etkilerini hafifletecek arazi kullanımı politikalarını ve uygulamalarını destekleyen Climate and Land Use Alliance (CLUA) örneği, yerli topluluklara fayda ve destek sunuyor, ayrıca biyolojik çeşitlilik açısından zengin arazileri koruyor. 2010’dan bu yana 5 fon sağlayıcı (Margaret A. Cargill Philanthropies, ClimateWorks, Ford Foundation, Gordon and Betty Moore Foundation, David and Lucile Packard Foundation) bir dizi ortak stratejiye 500 milyon dolardan fazla fon ayırdı. Fon verenler, CLUA çalışmalarının dışında, iklim eylemini farklı açılardan takip ediyorlar. Örneğin sosyal adalet, arazi kullanımı veya biyolojik çeşitlilik gibi farklı alanlara odaklanıyorlar. Ancak CLUA’deki ortaklıkları, ortak inançlar etrafında birlikte çalışmalarını sağlıyor.

CLUA’nın kurucu fon sağlayıcısı Packard Foundation’da doğal kaynakları koruma ve bilim direktörü Walt Reid, “Ortak eylemin ortak hedeflere ulaşabileceği yerler, örtüşen alanlar arıyoruz,” diyor. Hedef ortaklaştıran ortaklıkların en iyileri üyelerinin fonlama sınırlarının güçlü yanlarından faydalanıyor: “Fonun bütçesi doğrudan hizmete yönlendirebilir ama savunuculuğa değil, sizinki de savunuculuğu ve uzun vadeli sistem değişimini finanse edebilir, bu yüzden her birimiz koordineli bir şekilde güçlü yönlerimize odaklanalım.” diye belirtiyor. Bu ortaklıklar aynı zamanda genel stratejinin “en küçük ortak payda” yaklaşımına indirgenmemesini sağlıyorlar: “Savunuculuğu fonlayamam, sistemlere odaklanmamız gerekiyor, o hâlde hepimizin yatırım yapmayı kabul edeceği basit ve ihtilafsız bir alan bulalım.”

CLUA, tamamlayıcı yaklaşımlar geliştirerek kayda değer sonuçlar elde ediyor. 2017’de yapılan bağımsız bir değerlendirme, “bir bütün olarak CLUA’nın sonuçlarının ve etkilerinin çeşitli cephelerde önemli başarılara ulaştığını” tespit etti. Örneğin, CLUA’nın hedefinin orman emisyonlarını sıfıra indirmeye katkıda bulunmak olduğu Meksika’da, ortaklığın yerli halklara ve topluluk ormancılığına verdiği desteğin “ulusal savunuculuk kapasitelerini güçlendirdiğini, daha iyi danışmanlık ve katılım sağlayarak [hibe alanların] kapasitelerini güçlendirdiği”, üzerinde çalıştığı alanlarda somut etkileri olduğu ortaya çıktı. 

Başarılı olduğunda, bu türden ortaklıklar fon sağlayanların yalnızca kendi stratejilerinin aşamalarını uyumlu hâle getirmelerine değil yeni fon sağlayıcılar bulmalarına da olanak tanıyor. Batı Amerika’da kıtlığı azaltmaya ve temiz suyun güvenilirliğini artırmaya odaklanan Water Funder Initiative’i ele alalım. Girişimin kurucularından, S. D. Bechtel, Jr. Foundation’dan Allison Harvey Turner “Daha fazla fon sağlayıcının nasıl dahil edileceğini öğrenmek istedik,” diyor. Mevcut fon sağlayıcılardan oluşan küçük bir grubun “filantropinin pastanın büyümesinde nasıl bir rol oynayabileceğini düşünmek için bir araya geldiklerini,” söylüyor. “Biraz peyzaj çalışması yaptık ve finansmanı neyin engellediğini anlamak için daha fazla fon sağlayıcıyla konuştuk.”

Turner, birlikte çalışmanın bir başka faydasının da birbirlerinin stratejilerinden öğrenme becerisi olduğunu kaydediyor. Water Funder Initiative, 40 milyon dolarlık yeni fonu da dahil olmak üzere, öncelikli stratejilerini desteklemek üzere şimdiye dek 175 milyon dolarlık fon sağladı. Su kullanımına ilişkin daha iyi kararlar verilmesini desteklemek üzere su verilerine erişimi iyileştirmeyi amaçlayan platform “Internet of Water” ile ABD’nin batısındaki su sorunlarına odaklanan bağımsız bir haber kuruluşu olan “Water Desk” gibi bazı önemli kazanımların elde edilmesine yardımcı oldu. Buna ek olarak, Colorado Nehri Havzası boyunca suyu korumak ve esnek bir şekilde yönetmek için yedi eyalet ve federal hükümet arasındaki son anlaşmanın güvence altına alınmasını sağladı.

Hedef ortaklaştırma kategorisindeki fon sağlayıcılardan hibe alanlar, asıl finansman yine de bireysel bir fon sağlayıcıdan gelebileceğinden, kendilerini bir ortaklığın fonlandığını bilmiyorlar. Bu nedenle, ankete katılanlar arasında böyle fon ortaklıklardan hibe alanların ortalamada en az faydayı elde ettiklerini söylemeleri şaşırtıcı olmayabilir. Bununla birlikte, hibe alanlar elde ettikleri faydaları bildiriyor. Örneğin, Water Funder Initiative’den hibe alan biri çalışmalarının temelinde ortaklık üyelerinin arasındaki fikir birliği olduğunu söylüyor, bunun da diğer fon sağlayıcılara güven verdiğini belirtiyor.

Bu yatırım tezini izleyen fon sağlayıcılar ve ortaklık çalışanlarıyla görüştüğümüzde, erişilebilir merhaleler ve bunlara erişmek için gerekli ortak strateji üzerinde anlaşmak üzere ekseriyetle büyük fon sağlayıcılardan oluşan bir grubu bir araya getirmenin zorluğu bizi oldukça şaşırttı. Hedeflerin birbirleriyle örtüştüğü güçlü bir hizalanma olmadan, bu türden bir ortaklık laf çok icraat yokmuş gibi hissettirebilir. Hatta hizalanmanın olup olmadığı bile başlangıçta belli olmayabilir. GRACE Communications Foundation’ın icra direktörü ve Global Alliance for the Future of Food fon ortaklığının üyesi Scott Cullen, “Anlamlı bir katılım için ayrılması gereken zaman fazla,” diyor. Böyle ortaklıkların “yoğun emek harcayan bir avuç fon sağlayıcı olduğu zaman çalıştığını, örneği bir personelin zamanının %60’ını ortaklığa ayırdığını” belirtiyor. Bu yoğunluk dikkate alındığında, bu ortaklıklardaki fon sağlayıcılar için yardım etmeye çalıştıkları alan liderleri, topluluklar ve bireylerle yeterince ilişki kurmak yerine birbirleriyle çalışmaya odaklanma riski de bulunuyor. Aynı alanda birbiriyle uyumlu olmayan stratejilere sahip bir fon sağlayıcı grubu farklı bir kabusa dönüşebilir, yine de birlikte çalışmaya yönelik ilgi hâlâ yüksek.

 

Doğru yatırım tezini bulmak

O halde fon sağlayıcılar kendi ortaklıkları için doğru olan öncelikli yatırım tezini belirlemek için nasıl birlikte çalışabilirler? Yatırım tezi, ortaklık üyelerinin aradıkları etkinin, birlikte çalışmaktan bekledikleri değerin, kendi başlarına yarattıklarından daha fazla etki elde etmek için nasıl birlikte yatırım yapacaklarının anlaşılmasıyla ortaya çıkar.

“Başlangıç aşaması”, bu soruları dürüstçe ve açıkça ele almak için önemli bir fırsat sunar. Ortaklıkların en büyük potansiyel faydalarından biri (aynı zamanda potansiyel zorluklardan biri) ilgi alanlarının, bilgi birikiminin ve bakış açılarının çeşitliliği söz konusu olduğunda inceliği bir kenara bırakıp farklı yaklaşımların avantajlarını baştan ortaya çıkarmak esastır.

“İncelediğimiz her fon ortaklığının yaşam döngüsünün sonraki aşamalarında yaklaşımını önemli ölçüde değiştirmesi veya uyarlaması, en az başlangıç aşaması kadar önemliydi. Güçlü ortaklıkları başarısızlıktan uzaklaştıran da yolda bu dönüşü yapıp yapmadıklarıydı.”

Packard direktörü Walter Reid, CLUA üyelerinin sürece “farklı stratejiler ve farklı düşünme biçimleriyle” başladıklarını söylüyor. Reid’a göre ilk aşamadaki bu türden tartışmalar bazen herhangi bir vakfın duvarlarını aşındıran “grup düşüncesini” sorgulamak için kıymetli. Diğer fon sağlayıcılar da hem stratejik örtüşme alanlarını hem de etkili ortak eylemin önüne geçebilecek müzakere edilemez konuları belirlemenin yolu olarak başlangıç aşamasındaki bu tartışmalara dikkat çekiyorlar.

Bu konuşmaları yatırım tezlerine bağlamak, fon sağlayanlara olası yanlış hizalanma alanlarını keşfetmeleri için tarafsız bir dil sağlayabilir. Güçlü organizasyonları destekleme, alan kurma veya anlamlı bir sonuç için hedefleri ortaklaştırma seçenekleriyle karşı karşıya kalan çoğu fon sağlayıcı muhtemelen üçünü de seçecektir. Yine de öncelikli yatırım tezinde uzlaşamamak belirsizlik, çatışmaların artması ve etkinin azalmasıyla sonuçlanabilir. Örneğin, incelediğimi başarısız olmuş veya aksamış ortaklıklardan birinde iki fon sağlayıcı ortak ilgi alanlarındaki bir kuruluşa hibe verdiler. Fon sağlayıcılardan biri hibe alan kuruluşun yönetim kuruluna katıldı, organizasyonu güçlendirmeye ve büyütmeye yardımcı oldu. Diğer fon sağlayıcı ise daha geniş bir alan oluşturmaya odaklanmıştı ve hibe alan kuruluşun ilerleyişi konusunda sabırsızdı. Daha fazla fon sağlayana sahip olmak yalnızca bu türden zorlukları artırır, (daha da önemlisi) ortaklığın aradığı ve ortaklar çatıştığında öncelikli hâle gelecek hedeflerin açıkça belirlenmesinin önemini hatırlatır.

Yine de incelediğimiz her fon ortaklığının yaşam döngüsünün sonraki aşamalarında yaklaşımını önemli ölçüde değiştirmesi veya uyarlaması, en az başlangıç aşaması kadar önemliydi. Güçlü ortaklıkları başarısızlıktan uzaklaştıran da yolda dönüş yapmaları gerektiğini anladıktan sonra bu dönüşü yapıp yapmadıklarıydı. Dahili ve harici koşullar değiştikçe bazı fon sağlayıcı ortaklıkları yatırım tezlerini ve ilgili değer önermelerini değiştirmeleri gerektiğini keşfediyor. Örneğin, FFF başlangıçta yaşamsal ama zaman sınırlaması olan bir misyonla hedef ortaklaştıran olarak çalıştı: Göçmenlik reformu yasasını geçirmek üzere uğraştı. Ancak sorun devam ederken yasayı çıkarma umudu azaldıkça, ortaklığın üyeleri daha uzun vadeli işbirliğine kalkıştılar, yeni personele ve yeteneklere alan açtılar. FFF böylece mülteci hakları alanında uzun vadeli devlet kapasitesini ve yerel kapasiteyi geliştirmek üzere çalışan bir alan kurucu oldu.

Operasyonel zorluklar fazla büyükse, ortaklığın uyum sağlaması veya yavaşlaması gerekebilir. Latin America Regional Climate Initiative (LARCI) örneğini ele alalım. Çevre alanındaki dört büyük fon sağlayıcı, Latin Amerika’da özellikle Meksika ve Brezilya’daki en büyük ulusal sera gazı kaynakları aracılığıyla iklim değişikliğiyle mücadele etmek üzere LARCI’yi kurdu. Ancak iki ülkedeki farklı kültürel, dilsel ve politik bağlamlar nedeniyle, yönetim merkezleri ortak bir stratejide fon sağlayanlar da kaynakları iki farklı yerde nasıl bölüşecekleri konusunda anlaşamadılar, çok ciddi operasyonel zorluklarla karşılaştılar. Fon sağlayanlar, iki ülkenin birbirinden farklı ihtiyaçlarına daha iyi yanıt verebilmek üzere LARCI’yi iki farklı kuruluşa bölmeye karar verdiler. Brezilya’da kurulan organizasyon esasen bir hedef ortaklaştıran fon sağlayıcı olarak (kaynaklarını büyük ölçüde nihai hedef için doğru tahsis ederek), Meksika’da kurulan da daha çok bir alan kurucu fon sağlayıcı olarak (zaman zaman kaynak tahsis ederek, daha çok kendi kampanyalarını organize ederek) çalışmaya başladı. Her ikisi de başarılı oldu, ancak kendi bağlamları için farklı değer önermeleri oluşturmak zorunda kaldılar.

Dahili veya harici değişimler bu tartışmaları tetikleyebiliyor, üçüncü taraf değerlendirmelerinin de ortaklıkların gelecekteki yönü hakkında önemli konuşmaları başlatmada rol oynadığını bu örnekte gördük.

 

Fon Ortaklıklarının Kendilerine Soracakları Sorular

Araştırmamız, doğru koşullar altında gerçekleştirilen ortaklıkların değer yaratabileceği konusunda iyimser olmamızı sağlıyor. Özellikle, ortaklıkların hem başlangıçta hem de yol boyunca kendilerine sormaları gereken dört grup soru var. Bu sorular yatırım teziyle başlayıp literatür ve araştırmamızda tekrar tekrar ortaya çıkan diğer üç boyuta doğru uzanırlar: 

  • Çalışmamızı hangi hedefler ve birincil yatırım tezi en iyi tanımlar? Birincil yatırım tezini belirleyemiyorsak, modelimizi netleştirmeli miyiz? Ne tür bir hedefi önceliklendireceğiz ve takip edeceğiz (örneğin güçlü organizasyonları desteklemek, alanlar kurmak veya dünya üzerinde anlamlı bir sonuca ulaşmak üzere hizalanmak)? Bu tez, fon sağlayanlarımız ve hibe alanlarımız için (paranın da ötesinde) belirli değer önermelerine nasıl dönüşüyor?  
  • Birlikte nasıl çalışmak istiyoruz? Hangi ilk “masa bahislerini” taahhüt edeceğiz (sermaye, zaman ve diğer kaynaklar)? İlişkiler, ilkeler ve normlar etrafında hangi ortak beklentileri oluşturmalıyız? Yaratmak istediğimiz değeri sunmak için hangi yapıya, yönetişime, liderlik rollerine, destekleyici personele ve yüklenicilere ihtiyacımız var? Hangi zaman çizelgesini belirlemeliyiz (sürekli, sınırlı ömürlü veya önceden belirlenmiş bir “fon” yapısı)? 
  • Yaratmak istediğimiz değeri sağladığımızı nasıl bileceğiz? Üyelerden, hibe alanlardan, faydalanıcılardan ve alandaki diğer oyunculardan özgün geribildirimler alıyor muyuz? Bağımsız değerlendirmemiz veya doğrulamamız var mı? Geçmişten ders alıyor muyuz? Bu bilgiyi işimizi ve başkalarının işini geliştirmek için nasıl kullanacağız? 
  • Fon sağlayıcı güdümlü bir ortaklıksak, çalışmamızın tüm yönlerinde (en önemli konuları ve öncelikleri belirlemek, başarısızlığı ve başarıyı değerlendirmek, rotayı gerektiği gibi rotayı ayarlamak) etki aradığımız farklı toplulukları etkili ve özgün biçimde dahil ediyor muyuz? Devam eden hangi süreçler ve yöntemler, hibe alanlarla daha iyi ilişki kurmamıza ve çalışmalarımıza daha farklı bakış açıları eklememize yardımcı olabilir?

Daha fazla fon sağlayıcının toplumsal değişim için iddialı hedefler belirleyen ortaklıklara katılmayı düşünürken, samimi ilişkiler kurarak bu sorular aracılığıyla birbirlerinden fayda sağlayacaklar.

Ortak Sorunların Çözümünde Yeni Uygulamalar

Ortak Sorunların Çözümünde Yeni Uygulamalar

Politikalarınız ya da çözümleriniz yardımcı olunması ya da hizmet edilmesi gereken kişilerin işine yarıyor mu? Günümüzün sorunlarını çözenlerin ve karar vericilerinin kendilerine sormaları gereken temel soru bu. Cevabın sıklıkla hayır çıkması ise dikkate değer.

Etkili ulusal politikaların bile onlara en çok ihtiyaç duyan kişilere ya da topluluklarda pek de bir faydası yok. ABD merkezli düşünce kuruluşu Brookings Enstitüsü’ne göre üniversite eğitimi için finansal yardıma hak kazanan her yedi çocuktan biri, yardıma erişebilmek için doldurulması gereken formu tamamlayamıyor. Benzer şekilde, 2015’teki istatistiklere göre ABD Tarım Bakanlığı’nın yiyecek yardımı programına elverişli 2 ila 4 yaşındaki dokuz milyon çocuğun yarısı programın sunduğu gıda ve aşı desteği gibi yardımları alamıyor. Altı eyaletle birlikte Columbia Bölgesi de aile izni politikalarını öngören yasayı geçirdiyse de on yıldan fazladır bu düzenlemenin geçerli olduğu Kaliforniya’da bu hakkı kazananların yarısına bile erişilememiş durumda.

Ülke, eyalet ve yerel yönetimler çapında yetkililer politikaları ve insanları buluşturmanın yeni yollarını arıyor. Dahası pek çok aktivist, sivil toplum kuruluşu ve sosyal girişimci kanun yapma sürecini tamamen pas geçerek işsizlik, gebelikte anne ve bebek ölümü, ilk ve ortaöğretim, işgücü gelişimi gibi kamusal meseleler için doğrudan hizmete dayalı çözümlerde denemeler yapıyor. Bunlar yalnızca kendi topluluklarındaki ihtiyaç sahiplerine yardımcı olmaya çalışan yerel hayır kurumları değil, sivil toplum kuruluşlarının liderleri ve yöneticiler gördükleri sorunları çözmeye çalışıyorlar.

Bu yenilikler problem çözümündeki süregelen statükodan uzaklaşıldığına işaret ediyor. Yirminci yüzyılın büyük bir kısmında “kamusal sorun çözme” ile politika yapıcılık eş anlamlıydı. Örneğin hükümetlerin ne yapması gerektiğini belirlemek, bir kararname, düzenleme ya da kanunla bunun yapılmasını sağlamak. Yönetimle ya da kamusal ve uluslararası ilişkilerle ilgili okullarda öğretildiği hâliyle bu yöntem, düz çizgisel bir dizilim varsayıyor: Politika araştırmacıları ve analizcileri teori ve pratiğin görünümünü inceliyor, topladıkları veriye bakıyor ve önceden belirlenmiş bir plan doğrultusunda harekete geçiyorlar. Bu kurum ya da kuruluşlar, sorunlar için çözüm reçetelerini yayımlıyor, medya aracılığıyla halkın da dahil olduğu bir diyalog başlatıyor ve/veya yasa çıkarabilecek, düzenleme yapabilecek ya da mevcut yasa ve düzenlemelerden hangisinin uygulanıp uygulanmayacağını değiştirebilecek (eyaletin, kentin veya yerel yönetimlerin karar alıcıları) yetkililerle doğrudan görüşüyorlar.

Belirlenen eylem de uygulanıyor, kimi zaman kamu sektörü, ağırlıklı olarak da insanlara hizmet veren özel sektör taşeronları tarafından. Ürünün “ardındaki sır perdesinin aralanması”, yani hizmet etmesi gereken insanların karşısına çıkması yasa çıktıktan birkaç yıl sonra gerçekleşiyor, tasarımda hedeflenenlere erişip erişemediğini kontrol edebilecek geri besleme döngüsü ise hayli sınırlı oluyor.

Ayrıca faydalanıcıyı merkezine almayan bu uygulamalarda politikaların sonuçlarıyla ilgili araştırmalar yıllar, hatta on yıllar sonra ortaya çıkıyor ve uygulamaları geliştirebilecek kadar erişilebilir olmuyor. Sosyal girişimci Hilary Cottam, Radical Help [Radikal Yardım] adlı kitabında bu durumu çok güzel özetliyor:

Kamu çalışanları ya da danışmanları ihtiyaç olduğu anlaşılan bir talebi (bir odak grubundaki bulgu ya da bir bakanlığın verdiği teminat olabilir) yanıtlıyor, yeni bir hizmet ya da reformun hazırlanması gerektiğine karar veriyor. (…) Şatafatla tasarlanmış bu fikir daha karmaşık, içinden çıkılması güç bir gerçekle karşı karşıya geliyor, planın hataları ise çok geç, geri alınamayacak kadar çok yatırım yapılmışken ortaya çıkıyor.

Ortak sorunların (kamusal meselelerin) çözümü hem çok yavaş hem de yardımcı olması gereken insanlara çok uzak, ayrıca rotayı düzeltmek ya da geliştirmek için neredeyse hiç şans vermiyor. Politika geliştirme kurumları ve mekanizmaları farklı bir zamanda, farklı bir zaman için, daha az insanın olduğu, bilginin daha yavaş dağıtıldığı, bugüne kıyasla çok daha az veriye sahip olduğumuz bir yüzyıl düşünülerek inşa edilmişti.

Konunun uzmanlarının çoğu kamusal sorun çözümlerindeki geleneksel yöntemlerinin eksiklikleri ve zorluklarının farkında. Berlin’deki Hertie Yönetim Okulu’nun eski dekanı Helmut Anheier’a göre kamu politikalarını iki açıdan suçlamak mümkün: “Teknokrasinin değişen politikalarla bağını yitirmesi, bir de öğrenci ve çalışan talepleriyle çatışan, odaksız bir müfredat.” Stanford Üniversitesi’nden Francis Fukuyama ise meseleyi daha net ifade ediyor: “Kamu politikası eğitimine bakım yaptırma zamanı geldi.” Bu bakımı da sahada aramak gerekiyor.

İster yönetimlerin içindeki isterse dışındaki yenilikçiler, sorunların tespit edilmesi ve çözülmesi için birçok farklı yöntem deniyor. Ciddi bir etki yaratmaya, toplumsal ve ekonomik sorunları yönetmekle yetinmektense ortadan kaldırmaya, önceden deneyenlerin erişemediği kadar çok araç ve yaklaşım arasından seçim yapmaya ihtiyaç var, onlar da bu ihtiyaca cevap veriyor. Bu yenilikçilerin çabaları ve yaklaşımları da dört ortak unsurla özetlenebilecek yeni bir pratiği müjdeliyor: 

  • İnsan merkezli: Program ve politikaların merkezine faydalanıcıların ihtiyaçlarını ve becerilerini koyuyor (insan merkezli tasarım)
  • Deneysel: Ufak denemelerle başlayıp yerelde çözümler arıyor, fikirler ve kavramları test ediyor, modüler yapılara geçerek ulusal çapta beğeniye sunulmadan önce denemeler yapıyor.
  • Veri erişimli: Sorunları hesaplamak, gelişimi gözlemlemek ve neyin çalıştığını değerlendirmek için (büyük ve küçük) veri geliştiriyor.
  • Ölçeklenebilir biçimde tasarlanmış: Etkiyi ve ölçeği büyütmenin yollarını değerlendiriyor ve planlıyor.

Bu yeni pratikteki örneklerin büyük bir kısmı bu unsurların pek çoğunu ya da tümünü içeriyor. Bu bağımsız unsurlar pek yeni sayılmazsa da gözlemlenebilir bir pratik oluşturacak şekilde bir araya getiriliyorlar, hem de bu pratiğin katılımcıları çalışmalarının daha büyük bir hareketi yansıttığından haberdar değilken. Bu pratik aynı zamanda girişimciler, kamu mensupları ya da vatandaşlar gibi farklı sorun çözücüleri bir araya getiriyor.

Elbette hiçbir pratik siyasetten azade değil. Nitekim solcuların pek çoğu, devletin vergi ödeyen insanların talep ve hak ettiği hizmetleri sunabilmek için gerekli kaynaklardan yoksun bırakıldığını, bu boşluğun da kentsel kurumlar tarafından doldurulması gerektiğini savunuyor. Küçük ölçekteki devletlerin ideolojileri, devletin başarılı hizmetlerinin kanıtlarının seçmenler ve kanun koyucular tarafından görülmemesini sağlayabilir, nitekim sağlıyor da. Sağcılar ise azalan devlet hizmetlerinin sebebi olarak başarısız politikaları gösteriyor, iddialarını destekleyebilecekleri birçok örnek de mevcut.

Tabii kamu problemleri gibi ortak sorun çözümüne dayalı bir uygulama, derinden bozulmuş bir ulusal politik sistemin gündemindeki temel sorunları belirleyemiyor. İhtiyaç sahipleri için hizmeti ve desteği tasarlamakta ve sunmakta istediğiniz kadar başarılı olun, bu yine de ABD’deki yükselen gelir eşitsizliğini azaltmaktansa genişleten politikalar izleyen çıkar gruplarının kararlılığına karşı gelmeye yeterli değil. Öte yandan gözle görülür biçimde çalışan politikalar ve çözümler devlete olan güvensizliği yerel ölçekte, hatta eyalet çapında azaltmayı sağlayabilir, özellikle de kamu sektörü, özel sektör ve sivil alan iş birliği yapmanın yollarını bulabilirse. Bahsi geçen güvensizliğin azalabilmesi ya da ortadan kalkabilmesi için ekonomik eşitsizlikle mücadele etmek için üretilen fikirler artık sonuçlarını göstermeli. Burada tanımlanan bu iş birlikleri eskiden beri süregelen büyük devletle küçük devlet tartışmalarını aşıyor. Bu sorunların nasıl çözüldüğüyle ilgili farklı bir diyalog.

İNSANI MERKEZE ALAN ODAK

Geleneksel olarak kamu sorunların çözümü, karar vericilerin çözüm aradığı meseleyi tanımlamakla başlıyor, bu da şaşırtıcı bir yaklaşım değil. Burada tanımlanan mesele, toplumun hangi alanının düzenlenmesi gerektiğine işaret ediyor. Nitekim devletlerin birimleri de bu mantıkla örgütlenmiş: Sağlık, eğitim, barınma, istihdam ve çevre gibi. Örneğin evsizlik; insanların evi olmaması sorunu olarak ifade edilip araştırmacılar, analistler ve kanun koyucular tarafından yeterli konutlaşma olmaması üzerinden tanımlanırken, evsizliğin ardında zihinsel hastalıklar, madde bağımlılığı, ekonomik durgunluk ve işsizlik gibi çok çeşitli ve karmaşık sebepler yatıyor.

Ayrıca tanımlama ve teşhis, genellikle sorunu doğrudan yaşayan insanlardan uzakta yapılan araştırmalara ve toplanan verilere dayanıyor. Veriyi oluşturan insanları ya da faydalanıcıları devreye sokmadan toplanan veriler, ayrıca yapılan ekonomik ve istatistiki modelleme, meselelerle başa çıkmaya çalışan insanların algılama biçimiyle araştırmacıların tanımladığı sorunların uyuşamamasına neden oluyor.

Öte yandan günümüzün problem çözücüleri işe ihtiyaç sahiplerinden başlıyor: Örneğin, evsizler, işsizler, sosyal güvenlikten mahrum olanlar, eğitim sisteminin dışında kalanlar, hasta ve engelliler, hizmetlere erişim imkânı olmayanlar. Topluluk örgütleri ve hak savunucular insanların seslerini sürece dahil etmeye çalıştıysa da teknoloji onların görüşleri ve alışkanlıklarının sürece çok daha erken, daha önce görülmemiş bir ölçek ve hızda dahil olmasını kolaylaştırdı.

Kullanıcıları ve faydalanıcıları ihtiyaçlarıyla ilgili doğrudan geribildirim verecekleri şekilde işe dahil etmek genelde toplumsal sorunlara katkıda bulunan etkenlere ışık tutuyor. Örneğin kırsalda yaşayan pek çok kişi ücretsiz sağlık kliniklerine erişemiyor, çünkü ne devletin ne de özel şirketlerin sunduğu ulaşım hizmeti yeterli. Oysa çoğu sağlık görevlisi ve sağlık müdürlüğü ulaşıma nasıl erişileceğine değinmiyor.

İnsan merkezli tasarım vurgusu, kamunun yararını gözeten teknoloji uzmanlarının devlet kurumları ve kentsel kurumlarda daha çok yer almaya başlamalarıyla arttı. Politika süreçlerinde insanlara odaklanmak, yazılım tasarımı süreçlerinde “kullanıcılara” odaklanmaya benziyor. “UX” (kullanıcı deneyimi) pratikleri Britanya’daki Government Digital Service [Devlet Dijital Hizmetleri], Code for America’daki US Digital Service [ABD Dijital Hizmetleri] ve New America’nın Public Interest Technology [Kamu Yararı İçin Teknoloji] girişiminin merkezinde yer alıyor. Nitekim British Digital Service’in kurucusu Mike Bracken “Politika, Süreç, Sistemler, Kullanıcı, Durgunluk”tan oluşan “eski sürecin”, “Kullanıcı, Sistemin (Yeniden) Tasarımı, Sistemin Geliştirilmesi, Politikaların Kontrolü, Geribildirim”den oluşan “yeni süreçle” çatıştığını belirtiyor. 

Kullanıcıların neye ihtiyaç duyduklarına ve hizmetleri nasıl deneyimlediğine odaklanmak, insanları genelde seslerini duyuramadıkları hizmetlere geribildirim verme sürecine dahil ediyor. Bu durum sivil toplum kuruluşlarının liderlerine kurallarını, formlarını ve teorilerini değerlendirme şansı sunuyor. Örneğin ABD Savaş Gazileri İşleri Bakanlığı’nın eski teknoloji yöneticisi Marina Nitze iş arkadaşlarını bir araya topladı ve gazilerden onlara bakanlığın 62 yardım programına hızlı internet bağlantısı olmayan bir bilgisayardan erişmenin nasıl olduğunu göstermelerini istedi. Deneyin kesin surette ortaya koyduğu gerçek, sorunun internet hızı (telefon ve e-posta uygulamaları da korkunç deneyimler vadediyordu) ya da 62 web sitesinden ibaret olmadığıydı; mesele, yardımlara erişim sürecinin ilkelliği ve karmakarışıklığıydı.

Bu insan merkezli ya da insanları öncelik kabul eden yaklaşım yerel topluluklarda da başladı. Community Solutions tarafından işletilen Built for Zero, kronik evsizliği ve gazilerin karşı karşıya kaldığı evsizlik sorununu çözmek için önemli paydaşları bir araya getiren, böylelikle onlara ihtiyaç duydukları şeyleri sunmak için ilk adım olarak evsiz insanların net ve ortak bir listesini yaratmayı hedefleyen sivil bir inisiyatif. Paydaşların erişimine açık bir arayüz aracılığıyla gerçek zamanlı verilerin paylaşılmasına yardımcı olan Built for Zero, evi olmayanları ve onların ihtiyaçlarını yeniden sürecin merkezine yerleştiriyor. İnsiyatif, faydalanıcılarını isimleriyle tanıyor ve onlara birer istatistik gözüyle bakmıyor.

“İnsanların neyi önemsediğini bulmalısınız.” Bu sözler Illinois eyaletinin Rockford kentinde konut avukatlığı yapan Angie Walker’a ait. “Televizyonda Cubs maçı izlemek mi? Ailelerine aramalarına yardımcı olunması mı? Bu bilgilerin tümü listeye giriyor. Yapılması gereken bu, işi kişiselleştirmek.”

İşi kişiselleştirmek de işe yarıyor. Dört yıldan kısa bir sürede Built for Zero, ABD’deki dokuz topluluğun kronik evsizliğini ve gazi evsizliğini sonlandırmasına yardımcı oldu, şu an da 36 farklı topluluktaki evsiz sayısının azalmasına yardım ediyor. Evsizliği yok etme hedefine ulaşmak için yöntemini bir sistem hâline getirdi.

Built for Zero’nun yaklaşımının merkezinde sürekli kalite artışı ve topluluktaki evsizlerin adlarıyla listelenmesinin birleşimi yatıyor, böylelikle hizmet sağlayıcılar, sivil toplum kuruluşları ve devletler harekete geçmeye teşvik ediliyor. Ortak bir hedef varken paydaşlar bu ortak listeyi birçok kurum ve sivil toplum örgütünün çalışmalarının koordinasyonunu üstlenmek için kullanıyor, liste ufalmaya başlayana dek üzerinde çalışıyorlar. İşin merkezine insanları alıp gelişimi gözlemlemek için verilere başvuran Built for Zero toplulukları, önceden yapılan denemelerde olduğu gibi yukarıdan aşağıya düzenlemeler yerine sorunlarını aşağıdan yukarıya doğru çözmeyi tercih ediyor.

İnsan merkezli tasarım da evrim geçiriyor. Davranış bilimciler insanların ne istediklerini ya da onlara neyin iyi geleceğini bildikleri varsayımına şüpheyle yaklaşmaya başlıyor, gerçekten neyin işe yaradığını bulmak için daha sert yaklaşımlar öneriyorlar. İnsanların odaklanmasını sağlamak için eften püften yollar var, tek başına form doldurmalarını istemek gibi. Öte yandan karmaşık toplumsal sorunları çözmek ve insanlara hizmet etmek için faydalanıcılar da bu süreçlere dahil edilmeli.

İşe insanlarla ve faydalanıcılarla başlamak özünde insanları sorunun kendisi gibi görme eğilimine karşı çıkıyor. İnsanlara yardımcı olmak, yatırım yapmak, bir şeyler öğretmek, özen göstermek, onlarla başkaları arasında bağlar kurmak ve onları güçlendirmek mümkün. Onları “tamir etmek” ya da “çözmek” değil.

 

ARAMAK VE DENEY YAPMAK

Akademik araştırmacılar genellikle ortak fikir ve bilgi üretimi konusunda kendilerinden önce gelenlerin katkılarından faydalanıyor. Politika uzmanları da benzer şekilde belirli bir sorunun resmini çizmek için veri topluyor. Teoriler, modeller ve kavramsal çerçeveler ortaya atıyor, geliştirdikleri olası çözümleri oylama yoluyla ya da ufak pilot projeler aracılığıyla test ediyorlar. Oysa düşünürlerin ve mucitlerin gelecek neslin çözümleri yaratmaktansa yeni çözümleri araması gerekecek, en azından başlangıçta. Ülke ya da dünya çapında yerel sorun çözücülerin geliştirdiği yaklaşımları gözden geçirmeleri, yapısal deneyler için çıkış noktası olarak görmeleri gerekecek.

Skoll Vakfı ve Bloomberg Girişimi hayırseverlerin bu tarz deneyleri nasıl yaptığına dair harika örnekler sunmakta. Skoll Vakfı her yıl “dünyanın en acil sorunlarına karşı ortaya attıkları çözümlerin yarattığı önemli etki çoktan kanıtlanmış” sosyal girişimciler arasından ödüle layık göreceklerini belirlemek için ciddi zaman ve çaba harcıyor. Vakfın her yıl zorlu bir seçim sürecinin ardından belirlediği bir avuç sosyal girişimciye verdiği Skoll Ödülleri, bu çözümlerin büyük ölçekli benimsenmesini hızlandırmayı hedefliyor. Bloomberg Girişimi’nin başlattığı bir program olan What Works Cities [Kentleri Neler İşler Hâle Getirir] ise zorluklarla mücadele etmek için verilere başvuran 100 kente yardımcı oluyor. Kentler meselelerle mücadele edip çözümleri ve süreçleri tespit ederken ağlar arası sonuç paylaşımı yaparak birbirlerinin deneylerinden öğreniyorlar.

Araştırmacılar ve politika uzmanları da kendi incelemelerini zaten yaptıklarını söyleyebilirler, sonuçta kitaplarda bilgi aramak, sonra damıtarak analiz ettirmek için o bilgiyi geri getirmek araştırma değil de ne? Cevap zaman ve mekânın sıkıştırılmasında yatıyor. Geleneksel araştırmalar araştırmacı ve araştırma öznesi arasında mekânsal ve zamansal bir mesafe olduğunu varsayıyor, fildişi kulesi fikri de buradan doğuyor. Cevapların bulunup en azından on ila yirmi yıl boyunca bir politikanın benimsenmesi ya da bir kanun veya düzenlemenin uygulanmasıyla oturtulduğu 20. yüzyıl dünyasına benziyor. Bu yeni pratikte ise sonuçlar doğdukça kayda geçiriliyor, araştırmacıları ve uygulamacıları sorun çözücülerin çözümleri düzenli olarak yayımlayabileceği, alabileceği, rafineleştirebileceği ve uyarlayabileceği yaşayan bir bilgi döngüsünün içinde bir araya getiriyor.

Daha etkin araştırma aynı zamanda sorunlardan çok insanlarla etkileşime geçmeye dayalı, nitekim yerel sorun çözücüler kendi topluluklarındaki ihtiyaç sahibi insanlarla doğrudan çalışabiliyor. Böylelikle araştırmacılar kaynaklarıyla yan yana çalışıyor, onları birer veri olarak değil başka faillerle gerçek zamanlı olarak, ortak bir girişim kapsamında bir araya getirilebilecek failler olarak görüyor.

Silikon Vadisi benzetmelerinin kamu sektöründe her zaman karşılığı olmasa da fikir araştırmasına dayalı teknolojik pratik, uygulanabilir bir ürün yaratmak ve onu geliştirme eylemlerini tekrarlamak kamu sorun çözücülüğünün en azından bazı alanlarında doğrudan karşılık bulabiliyor. Nitekim teknolojik yenilik uzmanı Ann Mei Chang’in etki modelleme yaklaşımı Eric Ries’in “yalın girişim” teorisine dayanıyor, o da bu makalenin incelediği pek çok unsuru bünyesinde barındırıyor. Kamu sektörü ve kâr amacı gütmeyen sektörler sıklıkla tek seferlik bir hibe gönderimi ya da politika çıkarma eylemiyle çözümler geliştiriyor ve uyguluyor, böylelikle bu çabanın insanlarla denenme ve rotanın düzelme şansı azalıyor. Daha da zor ve nadir olanı ise diğer insanların başarılı ya da başarısız deneylerinden ders çıkarmak.

Ölçeği büyütmeden önce ufak testler ve deneyler yapan farklı farklı kamu sorun çözücüsü var. Almanya’daki Stiftung Neue Verantwortung adlı kâr amacı gütmeyen düşünce kuruluşu yeni bir “ortak politika geliştirme” yöntemine öncelik ediyor. Bu yöntem teknolojik politika seçeneklerinin politik ve pratik uygulanabilirliğini test etmek ve rafineleştirmek için paydaşlardan oluşan bir grubu bir dizi toplantıda bir araya getiriyor. Ortaya çıkarmaya çalıştıkları “ürün” federal bir politika olacaksa da böyle bir politika oluşturmadan önce ondan etkilenecek gruplarla farklı seçenekleri deniyorlar.

Çözümler ev temizliği yapanların faydalanabileceği bir platform tasarlanırken yapılan deneyler sırasında da test ediliyor ve tekrarlanıyor. Gelişmekte olan bu çaba, kendi işinde çalışanlar ve birden fazla gelire sahip olanların faydalanmasını sağlayarak mevcut piyasadaki bir dengesizliği çözme potansiyeline sahip. Çalışmanın geleceği ve yardımlardan bahseden paneller ve tanıtım yazıları bollaşırken NDWA Laboratuvarları (Ulusal Ev İşçileri Birliği’nin yenilik kolu) ev işleri yapanlar için yardım sağlanması ve sunulmasını geliştirmek ve test etmek adına Alia adlı bir çevrimiçi yardım platformu kullanıyor.

Alia hem ev işleri yapanlar hem de onların işverenleri için tasarlanmış. Ev işleri yapanlar genellikle birden fazla evde çalışıyor, Alia da temizlik işi başına 5 dolardan başlayarak işverenlerin evlerini temizleyenlere verilecek yardımlara gönüllü katkıda bulunabilmesine aracı oluyor. Ev işleri yapanlar işverenlerin katkılarını kullanarak ücretli izin, hayat sigortası, iş göremezlik sigortası, kaza ve kritik hastalık sigortası gibi çeşitli yardımlara erişebiliyor.

Alia’nın gelişiminde çalışan mühendisler, ev temizliği yapanlardan oluşan ulusal bir ağı olan Ulusal Ev İşçileri Birliği tarafından görevlendirildiği için ürün birden fazla kullanıcı testini yansıtıyor. Bu çalışma ev işleri yapanlar ve diğer esnek ekonomi çalışanları için bir model oluşturmakla kalmıyor, aynı zamanda yerel düzeyde, hatta eyalet ve ülke düzeyinde kamu sektöründeki yeni yardım modelleri tartışmalarını şekillendirme potansiyeli taşıyor.

Ufak denemeler yapmak yalnızca yeni politikaların ya da programların gelişimi için geçerli değil. Seattle evsizleri konut sahibi yapma yollarını yenilemek için bu yöntemi benimsedi. Kent ciddi bir ev kriziyle karşı karşıya, bu da onu evsizlere sağlanan barınaklara harcadığı finansmanı yeniden değerlendirmeye teşvik etti. Yetkililer işe 2015’te tedarikle ilgili ufak (8,5 milyon dolarlık) değişiklikleri deneyerek, çıktılardan (Kaç yatak sağlamalıyız?) çok sonuçlara (Evsiz insan sayısı azaldı mı?) odaklanarak başladı. 2018’e gelindiğinde bu deney ümit vermeye başlamıştı bile: Sosyal Hizmetler Bakanlığı artık bütçesinin daha büyük bir kısmını tedarik süreçlerini bu yöne doğru evirmek için kullanıyor.

 

VERİ DESTEKLİ

Günümüzün ortak sorunlarını çözmede başarılı olanların ayırt edici yanlarından biri sorunları çözmek için (küçük veya büyük) verileri kullanabilme becerileri, neyin işleyip neyin işlemediğini görebilmeleri ve gerekli geliştirmeleri ânında yapabilmeleri. Code for America’nın kurucusu ve icra direktörü Jennifer Pahlka şu an kamu sektöründe verilerin kullanılma biçimindeki eksiklere işaret ediyor:

Bu hız, yön ve yüksekliğe dair geç iletilen, güvenilmez tahminlerden fazlasına sahip olmayan bir pilottan kıtalararası bir uçuş yapmasını istemeye benziyor. Hâlbuki günümüz pilotları kaza ve hataları azaltmak için güncellenen verilere ve test edilen yapılacak işler listesinden oluşan araç panellerine güveniyor.

Tabii bu kör uçuşu düzeltme çalışmaları devam ediyor. Kamusal sorunların çözümünde veri devriminin işaretleriyle daha sık karşılaşmaya başlıyoruz. Artık National Neighborhood Indicators Partnership [Ulusal Mahalli Göstergeler Ortaklığı] aracılığıyla onlarca ABD kentinde bulunan veri aracıları, yerel veri toplamak için en iyi uygulamaların yöntemlerini paylaşıyorlar. Federal devlet kıdemli veri bilimcisi pozisyonunu ilk defa 2015’te açtıysa da şu anki hükümet bu pozisyonu boş tutuyor. Hatta Oklahoma eyaletinin Tulsa kentinin belediye başkanı kentin kamusal sorunlarla başa çıkma yollarını geliştirmek için vatandaşlardan oluşan bir ordu kurdu.

Crisis Text Line (CTL) adlı kâr amacı gütmeyen kuruluş, hizmetleri geliştirmek için metaverinin yerinde ve güvenli kullanımına başvuruyor. 2013’te geliştirilen CTL’nin ihtiyaç sahiplerine telefon mesajı aracılığıyla tüm gün devam eden ücretsiz hizmet sunan eğitimli uzmanlardan oluşan ulusal bir ağı var. The New Yorker’a göre “kuruluşun beş milyon mesaja dayalı niceliksel yaklaşımı zaten akıl sağlığına dair eşsiz bir veri koleksiyonun oluşmasını sağladı. CTL depresyonun en çok akşam 8’de, endişenin en çok gece 11’de, kendine zarar vermenin en çok sabaha karşı 4’te, madde kullanımının ise en çok sabaha karşı 5’te görüldüğünü tespit etti.”

CTL’nin kurucusu ve CEO’su Nancy Lublin akıllı veri biliminin önemine ve kısıtlamalarına da değinerek veri bilimini kullanmanın en iyi yolunun insan danışmanlığının tesirini geliştirmek olduğunu söylüyor. Tahminsel analizlerle ilgili daha fazla çalışma “danışmanların herhangi bir bölgede mesajlaşan kişinin mesajı yazdığı zamana ya da kullandığı sözcüklere göre örneğin metamfetamin kullandığını ya da seks ticareti kurbanı olduğunu tespit etme ihtimalini artırabilir.”

Kamusal sorun çözümünde veri kullanma imkânları hem geniş hem de yoğun ve gelişmiş. Bu mantıksal analiz (CTL’deki gibi), performans yönetimi tablosu (Baltimore kenti bunu temsilciler arası öncelikleri belirlemek için kullanıyor) ya da düşük maliyetli değerlendirme yöntemleri (New Orleans kentine daha fazla insanın ücretsiz sağlık hizmetine erişimden faydalanmaya ikna etmek konusunda yardımcı olmak için Behavioral Insights Team’in [Davranış Algılama Ekibi] benimsedikleri gibi) biçiminde olabilir. ABD çapında en büyük dönüşümleri gerçekleştirenler ölçüm ve değerlendirme kültürüne sahip, temel malzemeleri de veri. Burada değer katan şey tek başına veriler değil, hizmet alanlarla onlara (transit acentesinde, kâr amacı gütmeyen kuruluşlarda ya da ilçe idaresinde) yön verenler arasındaki geribildirim döngüsünü sıkılaştırma becerileri. Örneğin acente yöneticileri aradan pek çok gün geçse de sigortasız insanlardan onları hareket almaya teşvik edecek ücretsiz bir hizmete kaydolan olmadığını görüyor, sabaha karşı 4 vardiyasındaki işçilerle çalışan danışmanlar da bunun intiharın yoğun görüldüğü bir saat olduğu için ne zaman tetikte olmaları gerektiğini biliyor.

Affordable Care Act [Erişilebilir Bakım Yasası] düzenlemesi kapsamında federal devletin milyonlarca Amerikalıya sağlık sigortası ve vergi indirimi sağlamasına aracı olan çevrimiçi portal HealthCare.gov’un teknik hatalarıyla ilgili çok yazılıp çizildi. HealthCare.gov için işin tersine dönmesi ufak bir düzeltmeyle başladı: Sorunu gözlemlemek için veri toplandı. HealthCare.gov’u düzeltmek için devlet yetkilileri ve hizmet sağlayıcılarla birlikte çalışmak üzere gelen teknoloji uzmanlarının ilk icraatlarından biri panel görünümünde bir “aygıt düzeni” kurmaktı.

HealthCare.gov’un kullanıcılarını takip edebilmek (her gün, hafta ve saat kaç kullanıcının web sitesinde olduğunu, nerede takıldıklarını, nerede vazgeçtiklerini ya da siteden ne zaman çıktıklarını öğrenmek) sitenin yanlış noktalarını anlamak ve düzeltilecek noktalara öncelik vermek için çok önemliydi. Başlangıçta Beyaz Saray çalışanları (aralarında bu makalenin ortak yazarlarından Tara McGuinness de vardı) HealthCare.gov’la ilgili sorunları anlamakta zorlandı. Kullanıcıların neler deneyimlediğini bilmelerinin hiçbir yolu yoktu, çünkü Tıbbi Bakım ve Tıbbi Yardım Hizmetleri Merkezi yetkilileri web sitesinin kurulumunun farklı parçalarını farklı şirketlere vermiş, web sitesinin kullanımının bütüncül bir analizini imkânsız kılmıştı.

Neyin bozuk olduğunu (ya da çalıştığını) görmek için gerekli veri ve aygıt düzeninin sağlanması, politikaların hizmet etmesi gereken insanlara karşı cevap verilebilirliği artırıyor. Kullanılabilirliği kontrol etmek için verinin gerekliliği The US Digital Services Playbook’ta [ABD Dijital Hizmetler Rehberi] vurgulanıyor:

Bir projenin her aşamasında hizmetlerimizin kullanıcılar için ne kadar iyi çalıştığını ölçmeliyiz. Bu bir sistemin performansını ve insanların onunla gerçek zamanlı olarak nasıl etkileşim kurduğunu ölçmeyi de kapsıyor. Ekiplerimiz ve acente yöneticileri meseleleri bulup hangi hata düzeltmelerin ve geliştirmelerin öncelikli yapılması gerektiğini tespit etmek için bu ölçüleri dikkatle takip etmeli. Araçları izlemenin yanı sıra insanların meseleleri doğrudan bildirebilmesi için bir geribildirim mekanizması olmalı.

21.yüzyılda insanların iyiliği için çalışanlar, verilerin gerçek zamana uyarlanmasını mümkün kılan araçlar olmadan iklim krizi ve ırkçılık gibi dünyanın en ciddi meseleleri karşısında çaresiz kalıyor.

Tabii bir konuya dikkat etmek gerekiyor. Bu hızlı testler ve veri kullanımı Amazon, Google ve Facebook da dahil olmak üzere pek çok Amerika merkezli teknoloji şirketinin büyümesini sağlıyor. Testlerin ve teknolojik değişimin hızı şeffaflık ve bireysel haklarla ilgili birtakım engeller doğurdu. New America’daki araştırmacılardan Virginia Eubanks, Automating Inequality [Eşitsizliği Otomatikleştirmek] adlı kitabında refahın modernizasyonun tuzaklarından bahsederken Indiana eyaletinin hatalı bir modernizasyon sistemi kapsamında bir milyondan fazla sağlık hizmeti, gıda kuponu ve nakdi yardım talebini reddettiğini anlatıyor. Onun ve CTL gibi diğerlerinin çalışmaları, bu yeniliklerin gerçekten de hizmet etmeyi hedeflediklerinin faydasına olduğunu test edebilmek için veri yeniliklerinin teminatlar ve etkileşim stratejileriyle eşleştirilmesi gerektiğini gösteriyor.

 

ÖLÇEKLENMEK İÇİN TASARLANMIŞ

Sosyal girişim, platform çözümleri ve teknolojik dönüşümler ne kadar romantize edilirse edilsin, küçük işletmeden büyüğe ve yerelden tüm ülkeye, hatta dünyaya açılma yolu zorluklarla dolu. Bu yüzden de yenilikleri ölçeklendirmek adına stratejik planlama ve test etme, değişim hedefleyen ortak problem çözücüleri için en önemli unsurların sonuncusu olmakta.

Ufak ölçekli çalışmalar hız, çeşitlilik, uyarlanabilirlik ve farklı yeteneklerini uygulamaya döken problem çözücüleri devreye sokuyor. Pek çok farklı kuruluş da bu yola başvuruyor. Özel sektörün aksine sosyal sektörlerde verimlilik ve üretkenlik, birer kamusal değer olarak vatandaşların dahiliyeti ve katılımıyla yarışıyor. Öte yandan FSG adlı danışmanlık şirketinde idari yöneticilik yapan John Kania ve Mark Kramer’ın belirttiği gibi “günümüzün karmaşık ve birbirine bağımlı dünyasında toplumsal sorunların pek çoğunu çözmenin en iyi yolunun ayrık inisiyatifler olacağına dair sınırlı kanıt var. Hiçbir büyük toplumsal sorundan herhangi bir tekil kuruluş sorumlu olmadığı gibi herhangi bir tekil kuruluştan ona şifa bulması da beklenemez.”

Kamu problemlerini çözmeyi amaçlayan yenilikçiler için en büyük zorluk ise bilinçli ve stratejik tasarım aracılığıyla küçük çalışmaların nihayetinde büyük çalışmalara dönüştüğünden emin olmak. Pilot projeler politikalara dönüşmeli, çözüm sunmayı hedefleyenler ağlar, ittifaklar ya da ortaklıklarla devletleri kendi içlerinde ve birbirleriyle bağlamalı.

Health Leads’in kurucusu Rebecca Onie de bundan bahsediyor. Health Leads yirmi yıldan uzun süredir yürüttüğü çalışmalar sonucunda tıbbi maliyetleri azaltmak ve hem toplumsal hem de tıbbi koşullara odaklanarak sonuçları geliştirmek için başarılı bir yaklaşım buldu. Ölçeğin büyümesi ise federal devletin bunu fark ederek Health Leads’in uygulamalarını benimsemesiyle gerçekleşti. Nitekim o zaman bile Tıbbi Bakım ve Tıbbi Yardım Hizmetleri Merkezi, yalnızca genişletilmesi gereken bir pilot proje için bütçe ayırmıştı.

Sosyal sektörün ve sivil alanın önemli bir avantajı, politikaların ve siyasetin gözünü korkutan şeyleri deneyebilmesi. Tabii sosyal girişimciler ve kentsel kurumların daha çoğu ölçeği büyütme zorluğuyla bizzat mücadele etmek yerine sorun çözme biçimlerine devletlerin benimseyebileceği pilot projeler olarak yaklaşsalar, kanuni düzenleme ve siyaset uzmanlarını sorun çözme sürecinin daha erken aşamalarına dahil etme şansları olur. Baştan itibaren devletin benimsemesi ya da tekrarlaması için bir strateji geliştirmek, başarılı bir yeniliğin güçsüzleşip ortadan kaybolmamasını sağlayabilir. Tides’ın eski CEO’su Kriss Deiglmeier ve Tides’a danışmanlık yapan Amanda Greco bunu “durgunluk uçurumu” olarak adlandırıyor. Durgunluk uçurumu, test edilmiş, kanıtlanmış bir pilot projenin ölçeğinin yetersiz fonlama, parçalanmış bir ekosistem (sosyal ve özel sektörle kamu sektörü arasındaki koordinasyon) ya da yetenek eksikliği (ölçeği büyütüp uyarlamak için gerekli beceri ve ekipler) nedeniyle ölçeklenemediği alan.

Etkinin ölçeğini büyütmek için yukarıyla aşağıyı bağlamak önemli olsa da eşit kurumlarla yatay bağlantılar kurmak da oldukça önemli. Birleşik Krallık Ulusal Bilim Teknoloji ve Sanat Vakfı’nın (NESTA) genel müdürü Geoffrey Morgan ölçeklendirmenin farklı yollarını tespit etmek üzere bir ekiple bir araya geldi. “Kanıtlanmış Çözümler Neden Ölçeklenmiyor” adlı Stanford Social Innovation Review makalesinde bu yollar “savunuculuk, iletişim ağları, programlar, franchising ve doğrudan denetim” olarak özetleniyor. Çocukların beşikten iş hayatına dek karşılaştıkları sonuçlarla mücadele etmeleri için toplulukların kapasitesini geliştiren bir ağ olan StriveTogether bu konuda ciddi bir etki yarattı. Tabii uygulamacılar, genellikle çeşitliliğe sahip kurumlardan ve insanlardan oluşan bir filoyu aynı hedefe yönlendirerek değişimi tetikleyen her umut verici ve gerçekten başarılı güç birliği, ittifak ve eylem ağının yanında pek çok başarısız denemeden, birebir görüşmelerimizden birinde bir uzmanın kullandığı ifadeyle “yarım bırakılmış köprüler”den bahsediyorlar.

Özetle ufak çaptaki pilot projeler oluşturmak her derde deva değil. Küçük, odaklanmış ve hızlı hareket alabilen kuruluşlar kimi zaman büyük değişimlere ilham verip onları tetikleyebiliyorsa da özel sektör, kamu sektörü ve sosyal sektörlerde çalışan pek çok farklı aktörün olduğu kalabalık bir alanda ölçeği büyütmek için stratejik düşünmek gerekiyor. Stratejik yaklaşımların sonucu ender bir şekilde “büyümek” ile sınırlı kalıyor. Ölçeklenecek projeler çoğunlukla kiminle, hangi sebeple, hangi yapı ve kimin yönetimi dahilinde bağ kurulacağının dikkatli bir planlamasını ve analizini gerektiriyor.

 

YENİ UYGULAMANIN POTANSİYELİ

Denver, Tusla, Oakland, Indianapolis ve ülke çapındaki diğer kent ve kasabalardaki kamusal sorun çözücüler, buldukları çözümlerin hedeflenen insanlar için çalışıp çalışmadığını sorguluyor, cevabın evet olduğunu belirtiyorlar. Gönüllüler, hedef gözeterek yapılan müdahaleler aracılığıyla intiharların sayısını azaltmayı öğreniyor. Kentin çalışanları ve vatandaşlar, öğrencilerin hak kazandıkları finansal yardımlara başvurmalarına yardımcı olmak için veri analizi yapıyor. Mühendisler ise iş birliği yaptıkları gruplar geniş çaplı bir federal reform talebinde bulunurken devletten herhangi bir destek almadan ev hizmetlerinde çalışanlar için bir yardım sistemi oluşturdu. The New Localism [Yeni Yerellik] kitabının yazarları Bruce Katz ve Jeremy Nowak yerel düzeyde sorun çözümü çalışmalarına önderlik edenlerin güç dengesindeki bir değişimden bahsediyor.

Bu gönüllüler, devlet memurları, kent çalışanları, belediye başkanları ve sivil toplum kuruluşlarında çalışanlar farkında olmasalar da hepsi ortak kamusal sorunların çözümündeki yeni uygulamaların ve pratiklerin öncüleri konumunda. Kullandıkları araç ve yöntemlerin çoğu (çalışmalarının merkezine insanları almak, küçük ölçekli çözümleri araştırmak ve onlarla denemeler yapmak, veri kullanımını sürekli geliştirmek, ölçeği büyütmek için tasarlamak ve bağlantılar kurmak) son yıllarda farklı yerlerde, farklı kaynakların desteğiyle geliştirildi. Yine de bu unsurların bir araya getirilmesinden oluşan sonucu kamusal sorun çözümünün alet çantasına önemli bir ekleme olarak tanımlamak ve adlandırmak, bu öncülerin birbirlerini fark etmesine ve birbirlerinden öğrenmesine yardımcı oluyor.

Dahil etme, araştırma, deney yapma, ölçme ve ölçeklendirme süreci, geleneksel politika süreçlerini alaşağı ediyor. Sorun çözücüler artık insanların gerçekte neye ihtiyaçları olduğunu ve ne istediklerini keşfedip hâlihazırda etkili olduğu görülen ya da net etki değerlerine göre umut vadeden sorunları test ederek, kanun ya da politika değişimi talep etmeden önce istenmeyen sonuçların ve teoride iyi görünse de pratikte başarısız olan fikirlerin sayısını azaltabiliyor. Ayrıca yukarıyı ve aşağıyı birbirine bağlamanın yanı sıra yatay bağlantılar kuran girişimciler, pek çok sektördeki etkinin ölçeğini büyütebiliyor.

Tabii her kamusal ortak sorun da yeni pratiklere uygun değil. Kanıtlanan çözümler ya da yapılan testlerden bazıları neredeyse her koşulda bu yeni uygulamaları kullanılabiliyorsa da internetin açıklığı ve güvenliği, öğrenci kredilerinin iflasta ibra edilip edilemeyeceği, arabalar ve kamyonların emisyon seviyeleri ya da seçim kampanyalarının finansmanı yasalarının ölçeği gibi meseleler, toplumdaki çatışan siyasi ve ekonomi çıkarlar arasında ciddi çekişmelerle sonuçlanıyor.

Yine de ayakları daha yere basan, farklı türden insan gelişimleriyle doğrudan ilgilenen sorunlar için yüksek mahkeme hâkimi Louis Brandeis’in meşhur demokrasi laboratuvarına bu bilimsel yöntemin daha sosyal bir versiyonu geldi. Brandeis eyaletlerin federal devlet çözümleri için kuluçka makinesi gibi kullanılmasından bahsediyordu. Bugünlerde bu laboratuvarları kentlerde ve kasabalarda bile görmek mümkün, ister belediye başkanının ofisinde olsun ister köşedeki kafede.

Bu yeni uygulamaların kamu yönetimi ve uluslararası ilişkiler bölümlerinde öğretildiğini hayal edin. Düşünün ki sosyal girişimciler, insan ve gezegen odaklı şirketler, üniversiteler ve düşünce kuruluşlarındaki politika uzmanları ve yereldeki yetkililer kendilerini birer sorun çözücü olarak görüyor, yeni uygulamaları benimserken bu süreç boyunca hem ona uyum sağlıyor hem de onu geliştiriyor.

Yeni uygulamaların öne çıkan özellikleri tevazu, kullanışlılık ve uyarlanabilirlik. Yeni uygulamacılar ufak örneklerle başlarken neyi bilmediklerini fark ediyorlar. Deneyciliğe inanıyor, fikirlerini değiştirmekten korkmuyorlar. İdeolojilerdense sonuçlara önem veriyor, verileri hizmet ettiklerine hitap eden tasarımlarla uyumlu hâle getiriyor, sonuçların pek çok farklı biçimi olabileceğini anlıyorlar: Bu çözümler yasa ve politika olabileceği gibi aynı zamanda teknoloji, kültür, normlar ve iş birliği de olabilir.

Yukarıda bahsi geçen özelliklere eşitliği de ekleyebiliriz. Yeni sorun çözme uygulamaları devletlerin hizmet etmeyi hedeflediği insanları da işin içine dahil ederek hiyerarşiye dayalı karar verme yöntemlerini daha yatay, danışmaya ve tekrara odaklanan süreçlere dönüştürüyor. Böylelikle uzmanlığın değerini hâlâ kabul etse de vatandaşların sürece daha derinden dahil olmasını mümkün kılıyor. Bu yeni bir âdet değil, günümüz aletleri tarafından kolaylaştırılan eski geleneklerin yeni bir türü. Siyasal felsefeci Danielle Allen, Amerika’nın kurucularının diğer sömürgecileri, “herhangi bir bireyin, hatta uzmanlardan oluşan kapalı bir grubun erişemeyeceği ortak bir zekâ kurmak” çabası için “durumlarını anlamaya başlamak” konusunda eşit görüyordu.

Sonuç olarak bu yeni uygulama, halka cevaplar vermekle de sıkı sıkıya bağlı. Başarı, bir politika ya da programın hedef kitlesi için çalışıp çalışmadığı üzerinden değerlendiriliyor. Halktan oluşan, halk tarafından kurulan ve halk için çalışan bir yönetim organı, doğrudan hizmet sağlayarak ya da sosyal sektörü güçlendirip ona fırsat vererek olabildiğince fazla insana sunduğu sonuçlar üzerinden ölçülmeli. Kamusal sorunların çözümünde yeni uygulamaların merkezinde halka ve faydalanıcılara kolektif hizmet yatıyor.

Kurumsal Sürdürülebilirliğin Sonraki Aşaması

Kurumsal Sürdürülebilirliğin Sonraki Aşaması

Kurumsal sürdürülebilirlik epey yol kat etti. Öyle ki, kurumsal sürdürülebilirlik, modern çevre hareketinin doğuşu ve 1970’lerde çevre yasalarının yürürlüğe girmesinden beri piyasa güçlerinin yön verdiği stratejik bir mesele olmayı sürdürüyor. Günümüzde CEO’ların %90’ından fazlası işletmelerinin başarısı için sürdürülebilirliğin önemli olduğunu belirtiyor, şirketler ise sürdürülebilirliğe dair stratejiler benimsiyor, sürdürülebilir ürün ve hizmetler sunuyor, “sürdürülebilirlik yöneticisi” gibi pozisyonlar yaratıyor, ayrıca tüketiciler, yatırımcılar, aktivistler ve kamuoyu için sürdürülebilirlik raporları yayımlıyorlar.

Bu trend, yakın zamanda da düşüşe geçecekmiş gibi görünmüyor. Araştırmalar, işletme okuyan öğrencilerin %88’inin toplumsal ve çevresel konulara dair bilgi sahibi olmaya öncelik verdiğini, %67’sinin ise gelecekteki işlerine çevresel sürdürülebilirliği dahil etmek istediğini gösteriyor. Bu talebi karşılamak için öğrencilerinin işletme ve toplum üzerine bir ders almalarını şart koşan işletme okulu sayısı 2001-2011 arasında %34’ten %79’a yükseldi, ABD’deki en iyi 100 iş yönetimi yüksek lisans programının (MBA) %46’sı kurumsal sürdürülebilirliğe odaklanan özel programlar sunmaya başladı.

Bunca ilgi varken, dünyanın da daha sürdürülebilir hâle gelmesini beklerdik. Oysa iklim krizi, kuraklık, nesli tükenen türler ve diğer pek çok sorun daha da kötüye gidiyor. Kurumsal sürdürülebilirlik, mevcut hâliyle misyonunu tamamlamaya yakın. Krizlere yaklaşma hızımız azalsa da rotamız değişmiyor. İşletmeler yeni ürün ve hizmetlerle piyasaları kurcalamaya devam etmektense onları tamamen değiştirmenin bir yolunu bulmalı. İş sürdürülebilirliğinin bir sonraki aşaması bu, nitekim bunun gelişimine dair işaretler de görmeye başladık.

Piyasadaki değişikliklere karşı rekabetçi konumlandırmayı artırmak için sürdürülebilirliği mevcut işletme değerlendirmelerine entegre ederek cevap veren bir modele dayalı kurumsal sürdürülebilirliğin ilk aşamasını Michigan Üniversitesi’nin Erb Enstitüsü’nde “kurumsal entegrasyon” olarak adlandırıyoruz. Buna karşın “piyasa dönüşümü” adını verdiğimiz ikinci aşama, piyasayı dönüştüren iş modellerine dayanıyor. Bu aşamada şirketler, piyasa değişikliklerinin sürdürülebilir uygulamalar için inisiyatifler yaratmasını beklemektense kurumsal sürdürülebilirliğin yeni biçimlerine olanak vermek için bahsi geçen değişiklikleri bizzat yaratıyor. 

Kurumsal entegrasyon bugünün başarı ölçülerine göre düzenlenmiş, piyasa dönüşümü ise şirketlerin yarının başarı ölçülerini yaratma imkânı sunuyor. İlki sürdürülemezliği azaltmaya, ikincisi sürdürülebilirliği yaratmaya odaklanıyor. İlki semptomlarla, ikincisi nedenlere ilgileniyor. İlki içe dönerek kuruluşun sağlığına ve zindeliğine odaklanıyor, ikincisi odağı dışarıya kaydırarak kuruluşun faaliyet gösterdiği piyasa ve toplumun sağlığına ve zindeliğine yöneliyor. İlki geleceğin liderlerinin günümüz piyasasında iş bulmalarına, ikincisi hayat boyu sürecek bir kariyer için hedef belirlemelerine yardımcı oluyor. İlki artışlara, ikincisi dönüşümlere dayalı.

İklim krizinin zorluklarına değinmek için iş yapma biçimlerimizi değiştirmek önemli. Piyasa yeryüzünün en güçlü kurumu, işletmeler de piyasanın içindeki en güçlü varlıklar. İşletmeler ulusal sınırları aşıyor, ayrıca pek çok ulus devletten fazla kaynağa sahipler. İşletmeler içinde yaşadığımız ve çalıştığımız binaları, yediğimiz yemeği, giydiklerimizi, sürdüğümüz arabaları, onları yürüten enerjiyi ve onların yerini alacak yeni hareketlilik biçimlerini üretmekten sorumlu. Bu yalnızca işletmelerin çözüm bulabileceği anlamına gelmiyorsa da düşünmeye, üretmeye ve dağıtmaya dayalı benzersiz güçleriyle değişimin gereken ölçekte olmasını en iyi onlar sağlayabilir. 

 

SÜRDÜRÜLEBİLİR İŞLETMELER 1.0: KURUMSAL ENTEGRASYON

Kurumsal sürdürülebilirlik ilk olarak piyasadaki değişimle somutlaşıyor. Piyasanın baskıları, idari kanallar ve işlevler aracılığıyla sürdürülebilirlik konusunda işletmelerin dikkatini çekiyor. Nixon döneminde başlayan bu düzenlemeler, 1980’ler ve 1990’lar boyunca sigorta şirketleri, yatırımcılar, tüketiciler, tedarikçiler ve alıcıları kapsayacak şekilde genişledi. Bu tür piyasa baskılarının farklı kökenleri olabilmekte, örneğin: zorlayıcı etmenler (ulusal ve uluslararası düzenlemeler, mahkemeler), kaynağa dayalı etmenler (tedarikçiler, alıcılar, paydaşlar, yatırımcılar, bankalar, sigorta şirketleri), piyasa etmenleri (tüketiciler, meslek odaları, rakipler, danışmanlar) ve toplumsal etmenler (sivil toplum örgütleri, aktivist gruplar, basın, dini kurumlar, akademi).

Kurumsal sosyal sorumluluk bu tür baskılara verilebilecek bir cevap olsa da şirketler sürdürülebilirliği kurumsal stratejiyle bir araya getirerek rekabetçi konumlandırmaları geliştirmenin yollarını aradı. Bu da meseleyi iş idaresinin temel diline çevirmeyi kapsıyor: Operasyonel verimlilik, sermaye alımı, stratejik yön ve piyasa büyümesi. Her halükârda şirket, meseleyi kavramsallaştırıp cevap belirlemekte kullanabileceği bir modele sahip oluyor. Böylelikle sürdürülebilirlik, şirketler için piyasa beklentilerinin değiştiği ve teknolojik gelişmelerin hızlandığı, kimi endüstrileri uyum sağlamak ya da yok olmak arasında seçim yapmaya zorlarken başkalarını onların yerini almaya hazırlayan herhangi bir tehditten farksız hâle geliyor.

Örneğin sigorta şirketleri firma üzerinde sürdürülebilirliğe dair baskı kurduğunda, iş bir risk yönetimi meselesine dönüşüyor. Rakipler benzer baskılar uyguladığında, iş stratejik bir yön meselesine dönüşüyor. Yatırımcılar ya da bankalar yaptığında iş bir sermaye alımı ve sermaye maliyeti meselesine dönüşüyor. Tedarikçiler ve alıcılar yaptığında iş bir tedarik zinciri lojistiği meselesine dönüşüyor. Tüketiciler yaptığında ise iş bir piyasa talebi meselesine dönüşüyor. Bu terimlerle ifade edildiğinde sürdürülebilirliğin dili arka planda kalıyor, yerini temel işletme mantığı alıyor. Şirketler de bir yandan (iklim krizi gibi) kimi meselelerin bilimsel boyutlarıyla ilgili çekimser kalırken aynı zamanda onların birer ticari teşebbüs olarak önemini takdir edebilirler. Başarılı bir şirket de bu çeviri sürecini yerine getirdikten sonra sürdürülebilirliği mevcut yapı ve stratejilerine dahil eder.

Whirlpool’u ele alalım. Cihazların enerji verimliliğini geliştirdi, çünkü 1980’lerde tüketici önceliklerinde on ikinci sırada yer alan enerji verimliliğinin günümüzde fiyat ve performansın ardından üçüncü sıraya yükseldiğini gördüler. Whirlpool ve diğerleri bu büyümenin süreceğini öngörüyor. Bu büyümeye işaret eden en büyük etkenlerden biri, satın alım kararlarında çevresel özellikleri göz önünde bulunduran, 2016’da ABD’de 355 milyar dolarlık, dünyada ise 546 milyar dolarlık bir pazar oluşturan bir segment olan LOHAS (Lifestyles of Health and Sustainability – Sağlık ve Sürdürülebilirliğe Dayalı Hayat Tarzı) tüketicileri.

Bir diğer işaret, yatırım kriterlerine çevresel, toplumsal ve yönetimsel faktörleri dahil eden etki yatırımcıları. 2016’da sektörde 8,72 trilyon dolarlık aktif profesyonel olarak yönetiliyor, bu da profesyonel olarak yönetilen tüm yatırımların beşte birine denk geliyordu. Öte yandan bu tek sektörle sınırlı da değildi, geçen yıllarda BlackRock, Vanguard ve State Street adlı mali danışmanlık şirketleri ExxonMobil yönetimi aleyhinde oy kullandı ve şirketten iklim krizine dönük etkilerini paylaşmasını talep etti.

Bütün bunlar piyasanın değiştiğine ve değişmeye devam ettiğine dair işaretler. Günümüzde tüketiciler sürdürülebilir ürünler alabiliyor, sürdürülebilir otellerde kalabiliyor, sürdürülebilir yiyecekler yiyebiliyor, sürdürülebilir temizlik ürünleri kullanabiliyor. Piyasanın çevre ile bağını kuvvetlendirmesi iyi olsa da esas ele alması gereken sorunların köküne inmiyor. Daha sürdürülebilir hâle gelmesi gereken dünyamız giderek daha az sürdürülebilir hâle geliyor.

 

SÜRDÜRÜLEBİLİR İŞLETMELER 2.0: PİYASA DÖNÜŞÜMÜ

Kurumsal sürdürülebilirliği ana akıma yerleşirken, doğal çevre eşi benzeri görülmemiş, hayatın yaşanabilirliğini tehdit eden insan etkilerine şahit oluyordu. Bu değişikliğe işaret etmek için biliminsanları Holosen’den çıktığımızı ve gezegendeki 7,5 milyar insanın devasa etkisini kabullenen yeni bir jeolojik çağ olan Antroposen’e girdiğimizi belirtiyor.

Bu etkiyi ölçmek için de “altında insanlığın rahatlıkla faaliyet gösterebileceği, ötesinde ise gezegen ölçeğindeki sistemlere güvenilemeyecek eşikleri” temsil eden dokuz “gezegen sınırı” belirlemiş durumdalar. Lancaster Üniversitesi’nden işletme profesörü Gail Whiteman bunları gezegenin “Temel Performans Göstergeleri” (Key Performance Indicators – KPI) olarak adlandırıyor. Bu göstergelere göre gezegenimizin durumu hiç iyi değil. Göstergelerden biri (ozon tabakasının delinmesi) iyileşiyorsa da biliminsanlarına göre üç göstergede sınırı geçmiş durumdayız: İklim değişikliği, biyoçeşitlilik kaybı, biyojeokimyasal akışlar (nitrojen ve fosfor döngüleri). Okyanus asitleşmesi, tatlı su kullanımı ve ormansızlaştırma gibi kırmızı alarm veren göstergeler de var. Kalan iki sınırı (kimyasal kirlilik ve atmosfer parçacıkları kirliliği) değerlendirmek için ise daha çok veri gerekiyor. Tüm bu kesintiler büyük ölçüde piyasanın kurumları tarafından yaratılan sistemsel hataların sonucu. Bu sistemsel hatalara çözüm bulması gereken de bu kurumlar.

Neyse ki kapitalizme yön vermek mümkün olabiliyor. İnsanlar tarafından insanlara hizmet etmesi için tasarlandığı için onların değişen ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde evrilebiliyor. Geçmişte tekel gücü, danışıklı iş ve anlaşmalı fiyat sabitleme gibi meselelerde bunun olduğunu gördük. Bugünün acil ihtiyacı da (özellikle de iklim değişikliğinin üzerine eğilebilmek için) sürdürülebilirlik ve rotayı değiştirmek için kanun koyucuları beklemeye gerek yok. Bu durumun farkına varan pek çok şirket, yeni piyasa modelleri talep ediyor. Unilever eski CEO’su Paul Polman’ın dediği gibi “ilginç bir dönemdeyiz, topluma hizmet etme” rolünü devralan “sorumlu iş dünyası politikacıların önünden gidiyor.” 

Kurumsal sürdürülebilirliğin bir sonraki aşaması piyasa dönüşümünü gerektirirken doğaya sınırsız malzeme kaynağı ve atık musluğu gibi davranmak, doğanın değerini ölçmek için tek kıstası ekonomik değer olarak görmek, ölçüsüz tüketimi teşvik etmek, sürekli ekonomik büyümenin mümkün olduğunu sanmak gibi çağdışı yaklaşımları gözden çıkarıyor. Bu geçişi kolaylaştırmak için kurumsal karar vericilere büyük bir rol düşüyor. Piyasanın mevcut kurallarını kabul etmektense onları gezegenin sınırlarına uyum sağlayacak şekilde değiştirmeliler. Örneğin iklim değişikliği göstergesini tersine çevirmek için piyasa önce karbon nötr, sonra da karbon negatif hâle gelmeli. Bunu nasıl yapacağımızı henüz bilmesek de tek şirket ya da ürün tarafından yapılamayacağını biliyoruz. Piyasaların tamamen değişmesi gerekiyor.

Gerçek sürdürülebilirlik sistemin bir özelliği. Örneğin bir enerji şirketinin rüzgâr santrali kurup kendisini sürdürülebilir olarak adlandırması pek de mantıklı değil. Daha sürdürülebilir bir enerji sistemi şebekenin tümünü; üretim, aktarım, dağıtım, kullanım ve devinimi kapsıyor. Yeni enerji kaynakları, dağıtılmış enerji, talep tarafı yönetimi, akıllı ev aletleri ve akıllı sayaçlar enerji algımızı değiştirirken bu değişimin işaretlerini şimdiden görebiliyoruz. Temiz enerji sektöründeki istihdam sayısı şimdiden petrol sondajı sektörünü geçmiş durumda.

Enerji rönesansı bununla da kalmıyor. Geceleri şarj olup gündüzleri rüzgâr ve güneş gibi kesintili enerji kaynakları için depolama imkânı sunarak elektrik talep eğrisini dengeleyen elektrikli araçlar şebekeyi değiştirme potansiyeli taşıyor. Japonya’daki bir Nissan Leaf sahibinin trafo satın alarak kesinti sırasında evine aküden elektrik vermesi şimdiden mümkün. Bunun ölçeğini büyütmek, tüketicilere arabaları park hâlindeyken pillerini başka uygulamalarda kullanılmak üzere kiraya vermelerine imkân sağlamak için araştırmalar sürüyor. Elektrikli araçlar otomobil sektörünü de dönüştürüyor. Tesla gibi oyuna yeni giren şirketlerin, General Motors’tan daha büyük bir piyasa değerine sahip olacağını 20 yıl önce kim tahmin edebilirdi?

Sürücüsüz araçlara geçiş süreci devam ederken kavgaya katılan Apple ve Alphabet gibi bilgi teknolojisi şirketleri, otomobil sektöründeki başarı kıstasını donanımdan yazılıma kaydırmanın yanı sıra devinime dair kişisel algılarımızı da değiştiriyor. Örneğin Ford Motor gibi şirketler bu alanda hizmet vermek istiyorsa araçlar olabildiğince az rölantideyken kârların arttığı havayolu endüstrisi gibi hareket etmeyi öğrenmeliler. Günümüzde hususi araçların zamanın %95’ini park hâlinde geçirdiğini düşünürsek, insanlar araba sahibi olmaktansa devinim hizmetlerini tercih ettikçe sürücüsüz araçlar yolda (en azından kent merkezlerinde) daha az araç olmasını sağlayabilir. Yolda daha az araç da gereksiz yolları, otoparkları, garajları, benzincileri başka bir amaçla kullanmak üzere değiştirmek anlamına gelir.

 

SİSTEMİK KURUMSAL STRATEJİLER

 

Enerji ve ulaşım sektörlerinde gördüğümüz gibi piyasa dönüşümünün devasa bir potansiyeli var. Bunu gerçeğe dönüştürmek için sürdürülebilirlik devriminin iki aşamadan ilerlediğini düşünebiliriz. İlkinde şirketler dahil oldukları sistemlerin sürdürülebilirliğini yönlendirmekte daha güçlü bir rol oynamak için iş stratejilerini yeniden gözden geçiriyor. İkincisinde ise iş modeli yeniden kavramsallaştırılıyor. İlk aşama operasyonlar, iş birlikleri, devletlerin katılımı ve şeffaflığa yaklaşımları tasarlamak için en az dört yeni yol içeriyor. 

Operasyonlarda yeni fikirler: Piyasa dönüşümü iklim değişikliğinin yol açtığı şiddetli fırtınalara bağlı kesintiler; günümüzde ve gelecekteki kaynak erişilebilirliği ve fiyat değişkenliği; artan emisyonlar, kamu sağlığı ve çevre endişeleri; işletmeler ve sivil toplumun gelecekteki direnci gibi bir dizi etkene bağlı riskleri azaltmak için tedarik zincirlerini optimize etmeyi gerektiriyor. Bu riskler varlıkları ve operasyonları, girdilerin erişilebilirliği ve maliyetlerini, kaynak bulma ve dağıtımının düzenlenmesini, işgücü uygunluğu ve üretkenliğini, paydaşların itibarını doğrudan etkiliyor. Örneğin bir zamanlar bol bol bulunan bir kaynakken iklim krizi ve aşırı tüketim nedeniyle azalan suya erişilemediği için Nestlé, Coca-Cola, Cargill ve General Mills’in tedarik zincirleri sekteye uğradı. 

Bu tür operasyonel sistemleri daha iyi yönetmek için şirketler ürünlerin üretildiği, kullanıldığı, hizmet ömürleri tükendiğinde de kenara atıldığı lineer modellerden ürünlerin üretildiği, kullandığı, sonra da tekrar kullanılabilecek enerji ya da malzemelere dönüştürülerek depolandığı ya da yeniden işlem gördüğü döngüsel modellere yönleniyor. Bu döngüsel ekonomi hayalinin en önemli noktalarından biri yenilenebilir olması; şirketlerin, bileşenlerin ve malzemelerin kullanımları ve değerlerini her zaman en yüksekte tutmak üzere düzenlenmiş.

Örneğin endüstri ve tüketici ürünleri şirketi Ricoh, 2050’ye dek imalat ihtiyacını karşılayacak makul fiyatlı pek çok hammaddeye erişiminin yetersiz kalacağını öngörüyor. Bunun sonucu olarak da karar verme sürecinin merkezine yaşam döngüsü analizini yerleştirerek iş modelini değiştiriyor; ürün tasarımı ve imalatı, yeniden kullanımı, bakımı ve malzeme iyileşmesi için “Akıllı Kaynak Çözümleri” adını verdiği bir seriyi hayata geçiriyor. Şirket bir yandan etrafındaki sistemi değiştirmek için enerji kullanımını, karbon ayak izini, işlenmemiş malzemelerin kullanımını azaltmaları için tüketicilerine yardımcı olurken ürünleri yenileştirmeye, geri dönüştürmeye ve yeni tasarımlar yapmaya dair fırsatlarını genişletiyor. Hedeflerin arasında işlenmemiş kaynak kullanımını 2020’de %25, 2050’de %87,5 azaltmak var. Döngüsel ekonomiye dayalı bir düşünce benimseyen Ricoh, artan verimlilik hedeflerinin ötesine geçerek “sıfır etkili” iş operasyonlarına yönelmek istiyor.

İşbirliklerinde yeni fikirler: Tedarik zincirinin ötesine geçen şirketler, sivil toplum örgütleri, devletler, rakipler ve ilgisizmiş gibi görünen şirketleri dahil ederek piyasayı değiştirmenin standart yollarının dışında kalan yeni iş birlikleri arıyor. 

Örneğin hibrit ve elektrikli güç aktarma organlarıyla ilgili araştırma ve geliştirme çalışmaları ilerledikçe, Ford tüketicilerin daha elektriklendirilmiş hayatlar sürebileceğini fark etti. Infineon, SunPower, Whirlpool ve Eaton’la birlikte MyEnergi Lifestyle programını geliştiren Ford, toplam karbon ayak izini azaltmak için hibrit elektrikli araçların, güneş enerjili sistemlerin, enerji tasarruflu ev aletlerinin ve ev tasarımının nasıl bir araya gelebileceğini araştırmaya başladı. Toyota Motor da benzer şekilde 2050’ye dek araç operasyonlarında, imalatta, malzeme üretiminde ve enerji kaynaklarında karbondioksit salımını devreden çıkarmaya dayalı “sıfır çevresel etkinin ötesi” hedefine ulaşmak için farklı iş birlikleri arıyor. 

Devletlerin katılımında yeni fikirler: İşbirliğine dayalı ve yapıcı lobicilik faaliyetleri üzerine ders veren pek fazla işletme okulu yok. Nitekim lobiciliğin genel anlamda olumsuz bir algısı mevcut. Öte yandan devletler piyasanın kurallarını belirlemek ve gerekli reformları gerçekleştirmek için yönlendirilmeye ihtiyaç duyduğu için lobicilik demokratik siyasetin temel faaliyetlerinden biri. Geleceği düşünen şirketler de politikaların oluşmasına yapıcı bir şekilde katılmanın yollarını arıyor.

Örneğin Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde kalay, tantal, tungsten ve altın madenciliğinin dehşetlerine dikkat çekmek konusunda Intel büyük bir rol oynadı. Şirket ihtilaflı madenleri bölgeden almayı tamamen durdurabilirdi, ancak yasal maden operasyonlarına zorluk yaratmak istemedi. Onun yerine Dodd-Frank Yasası’na elektronik endüstrisindeki maden kullanımının takibini ve şeffaflığını gerektiren düzenlemeler eklenmesine aracı oldu.

Bu tür örnekler pek de olağandışı değil. Şirketler, hidroflorokarbonun ısı kapanına dönüşmesini kademeli olarak sonlandırmak ve kamyonlara yeni verimlilik standartları getirmek için de devletlerle birlikte çalışıyor. Ayrıntıların hazırlanmasına yardımcı olan büyük şirketler olmasa iklim değişikliğine karşı Paris Antlaşması imzalanamazdı. Bu örneklerin her birinde işletmeler politikalar aracılığıyla piyasada sürdürülebilir bir dönüşüme imza atmak için sorumluluğu merkeze alan duruşlar sergiledi.

Şeffaflıkta yeni fikirler: Piyasa dönüşümünün mümkün olmasının tek yolu güvenden geçiyor, güven de yalnızca şeffaflığın artmasıyla sağlanabilir. Kurumsal hayatın topluma etkisi, özellikle de devletle ilişkilendiği noktada kimilerini haklı olarak rahatsız edebilir. Öte yandan güçlü raporlama mekanizmaları bu korkuları yatıştırmaya yardımcı olurken şirketleri de görevi kötüye kullanmanın hukuki sorumluluk ve para cezaları gibi sonuçlarından korur. Elbette şirketler Global Reporting Initative (Küresel Raporlama İnisiyatifi) ve Carbon Disclosure Project (Karbon Şeffaflık Projesi) gibi bir dizi küresel standart aracılığıyla sürdürülebilirlik göstergelerini hâlihazırda paylaşıyorlar. Öte yandan şirketler hem kuruluş içi yönetim hem de aktivistlerin, yatırımcıların, tedarikçilerin, alıcıların, çalışanların ve tüketicilerin gözetimi altındayken dışarıdaki geçerliliğini korumak adına gün geçtikçe artan veri talepleriyle karşı karşıya olduğu için şeffaflığın kapsamı da genişliyor. Bu tür bilgileri toplamak ve dağıtmak, tedarik zincirlerindeki risk ve fırsatlara dair yeni farkındalıklar yaratıyor.

Örneğin IBM ve ortakları, karmaşık, çoğunlukla şeffaf olmayan tedarik zincirlerindeki görünürlüğü ve takip edilebilirliği geliştirmek için blok zinciri teknolojisini kullanmayı deniyor. Küresel tedarik ve dağıtım ağındaki gıda güvenliğine eğilmek için 2017’de Walmart’la blok zinciri teknolojisini ilk kez deneyen IBM, bunu dokuz küresel tarım şirketine yaymayı planlıyor. Bir diğer örnek, 2014’te Tayland’daki balık tedarik zincirini teftiş eden ve işçilerin hem zorla çalıştırıldığını hem de kötü muameleye maruz kaldığını gören Nestlé. Alışılagelmiş gizlilik pratiklerini uygulamayı reddeden şirket, raporu internetten yayımlamakla kalmadı, tedarikçiler için yeni düzenlemeler getirdi, bunlara uyulmasını garanti altına almak için de bağımsız denetmenler tuttu. Kamunun bu şekilde aydınlatılması Tayland’dan balık alan diğer şirketleri de benzer yaklaşımlar benimsemeye mecbur bıraktı, tedarik zinciri lojistiğinin rekabetçi dinamiklerini tersyüz etti.

 

İŞ YAPMANIN YENİ BİÇİMLERİ

Piyasa dönüşümü daha sistemik iş stratejilerine mecbur bırakmanın yanı sıra iş yapmanın geleneksel biçimlerine meydan okuyor. Kurumsal amaçlara, tüketim kavramlarına, işletmede başarı model ve ölçülerine dair yeni yaklaşımlar talep ediyor.

Kurumsal amaçlara dair yeni yaklaşımlar: Kurumların amaçlarının paydaşları için para kazanmaktan ibaret olduğu fikri, 1970’ler ve 1980’lerde iş dünyasını ele geçirdi. Öte yandan hissedar değerinin peşinden koşmaya dayalı dar bakış açısı, yatırım planlamasına ve başarı ölçülerine dair ufukların kısa vadeyle sınırlı kalmasına neden oluyor. Ayrıca firmayı sürdürülebilirlik çabalarıyla ilgilenmeyen, Cornell Üniversitesi Hukuk Fakültesi profesörü Lynn Stout’un deyimiyle “öngörüsüz, fırsatçı, dışsal maliyetleri dayatan, etik ve refah kaygısı olmayan” paydaşlara odaklanmaya mecbur bırakıyor. 

İş pratiklerinde ve eğitimde kurumsal amaçlara dair yeni fikirler karşılık bulmaya başlıyor. Örneğin fayda kuruluşları; organizasyonuna, yönetimine ve yasal açıklamalarına kârdan öte hedefleri dahil etmeye çalışan girişimlerin yalnızca bir örneği. Diğer şirketler de yakın takipte, kimi zaman onları taklit ediyorlar. Bu eğilim kapitalizm ve kurumsal amaçlar etrafındaki geleneksel düşüncelere meydan okuyan MBA öğrencileri arasında hayli popüler hâle geldi. Harvard İşletme Okulu’nun en çok tercih edilen derslerinden “Kapitalizmi Yeniden Değerlendirmek”; “günümüz kapitalist sistemlerinin evrimini, gücünü ve sınırlarını”, bugünün toplumsal ve çevresel meselelerine eğilmek için “kapitalizmi yapılandıran ‘oyunun kurallarının’ nasıl değişmesi gerektiğini” inceliyor.

Tüketime dair yeni yaklaşımlar: “Sürdürülebilir tüketim” oksimoron mu? Dünya Sürdürülebilir Kalkınma İş Konseyi böyle düşünmüyor, şirketleri “mevcut tüketim paradigmalarını terk etmeye” ve “ana akım hayat tarzları ve tüketim örüntülerinde değişimlere” gitmeye çağırıyor. Pek çok şirket ve aktivist bu fikirleri kullanıma sunmak için girişimlerde bulundu.

Örneğin Patagonia, Common Threads inisiyatifi aracılığıyla müşterilerini yeni ürünler yerine eBay’den kullanılmış ürünler almaya teşvik ediyor. Adbusters, genellikle Şükran Günü tatilini takip eden hafta sonu gerçekleşen Kara Cuma’ya karşı “tüketici harcamalarına 24 saatlik erteleme” olarak adlandırdığı “Hiçbir Şey Almama Günü” uygulamasını uzun süredir sürdürüyor. Açık hava malzemeleri perakendecisi ve kooperatifi Recreational Equipment ise #OptOutside programı kapsamında 149 şubesini Kara Cuma boyunca kapalı tutuyor. 2016’da Subaru, Google, Meetup ve Upworthy’nin yanı sıra Burton, Keen, Yeti ve Prana gibi açık hava pazarındaki rakip firmalar bu çabaya dahil oldu. Nihayetinde kaynakların kullanımını azaltmak gerekiyor, bu da tüketimin yeni modellerini geliştirmek anlamına geliyor.

İşletme model ve ölçülerine dair yeni yaklaşımlar: Piyasa dönüşümü, işletme fikirlerine egemen geleneksel modeller yerine yenilerini getirmeyi gerektiriyor. Örneğin neoklasik ekonomi ve vekalet teorisi insanları temelde bencillikle hareket eden varlıklara indirgiyor, şirketin işlerini yapanların (aracılar) tüm işi kendileri yaparken kârı şirket sahibinin (yönetici) aldığı takdirde işten kaytaracağını, hatta şirket sahibinden çalmaya başlayacağını varsayıyor.

Oysa davranışsal ekonomi üzerine çalışan araştırmacılar insanların neoklasik ekonominin belirttiği gibi davranmadığını, hukuk araştırmacıları ise yönetici motivasyonlarının basit yönetici/aracı ilişkilerinden daha karmaşık olduğunu, toplumsal açıdan daha olumlu motivasyonlara sahip binlerce paydaş, idareci ve direktörü kapsadığını iddia ediyor. İnsan davranışlarını küçümseyen yaklaşımlar yerine onların işlerini etraflarındaki dünyayı geliştirmek ve bu faaliyetleri beslemek için gerekeli organizasyonel koşulları yaratmayı öğrenmeye adamak konusunda neden ve nasıl motive olduklarını anlamayı hedefleyen yeni modeller de bunu kanıtlar nitelikte. Daha adanmış ve etkili bir kuruluş yaratmak için bu modeller işletme eğitiminde, araştırmalarında ve uygulamalarında giderek daha çok ilgi çekmeye başlıyor.

Diğer modeller de kabul görmeye başlıyor. Donut ekonomisi, toplumsal adaleti Antroposen çağının gezegensel sınırları içinde kalma çabalarına bağlayan bir ekonomik büyüme modeli. Ortak değer, bir şirketin rekabetçiliğinin içine dahil olduğu toplulukların refahıyla doğrudan bağlı olduğunu savunarak kapitalizmi yeniden tanımlamayı hedefliyor. Bilinçli kapitalizm; tüketiciler, çalışanlar, yatırımcılar, topluluklar, tedarikçiler ve çevre gibi büyük paydaşların tümünün menfaatini gözeten bir iş modeli. Yenilenebilir kapitalizm ise kapitalizmi kendi kendini örgütleyebilen, dolayısıyla kendine yetebilecek, küresel medeniyet için kalıcı toplumsal ve ekonomik diriliği üretmek için uyum sağlayabilecek şekilde yeniden hayal ediyor. Bu modellerin her biri kapitalizmin Antroposen’in kısıtlamalarına duyarlı bir uyarlamasını arıyor. 

Başarıyı tanımlamak için kullanılan ölçüler iş davranışları modelleriyle yakından ilişkili, pek çoğu da sürdürülemez sonuçlara neden oluyor. Örneğin paranın zaman değerini (doların bugünkü değerinin yarınki değerinden fazla olduğu gerçeği) ölçmek için indirim oranları kullanılıyor. Öte yandan %5’lik bir indirim oranı 20 yıldan eski her şeyin değersiz addedilmesiyle sonuçlanıyor. İklim krizine verilecek karşılığı tarttığımızda bu herhangi birinin (özellikle de çocuk ya da torun sahibiyse) etik olarak değerlendirebileceği bir sonuç mu? London School of Economics’ten Nicholas Stern, iklim değişikliğinin azalmasının ve adaptasyonunun gelecekteki maliyetini ve faydasını hesaplarken alışılmadık biçimde düşük bir indirim oranı kullanan bir argümana başvurarak buna hayır cevabını veriyor.

Bir diğer sorunlu ölçü gayri safi yurtiçi hasıla (gross domestic product – GDP). Ulusal ekonominin sağlığını böyle ölçmek bir ülkenin sağlığına fayda sağlayan mali işlemlerle ona zarar verenleri ayırt etmekte zorlanıyor. Paranın el değiştirdiği her aktivite GDP büyümesi olarak kayda geçiyor, doğal felaketlere ya da kirliliğe karşı harcanan paralar bile. Alternatifleri değerlendirmek için Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Nobel ödüllü Joseph Stiglitz ve Amartya Sen’in önderliğinde bir komisyon kurdu. Komisyonun 2010’da yayımladığı rapor, ekonomik odağın malların üretiminden sağlık, eğitim, güvenlik ve sürdürülebilirlik gibi kategoriler için ölçüler içeren genel refaha kayması gerektiğini belirtiyordu.

 

PİYASAYI ŞEKİLLENDİRMEK İÇİN POLİTİKALARI ŞEKİLLENDİRMEK

Piyasa dönüşümünden ve kurumların toplumda değişen rollerinden bahsederken günümüz politik ve toplumsal iklimine ve onun etkilerine değinmeden olmaz. İklim değişikliğinin bilimselliğini reddeden Trump yönetimi, ekonomik büyümeyi artırmak için çevreyle ilgili düzenlemeleri gevşetti. Bu, 35 yıl önce ABD Çevre Koruma Teşkilatı’nın başına Ann Gorsuch Burford’u, İçişleri Bakanlığına James Watt’ı, ülkenin kirlilikten en çok mustarip alanlarını temizleyen Superfund programının başına da Rita Lavelle’i atayan Ronald Reagan’ın yaptığına benzer bir senaryo.

Reagan’ın atamaları çevreyle ilgili düzenlemeleri hafifletmeyi ya da durdurmayı hedefliyordu, ama skandallarla sonuçlandı ve halkın ciddi tepkisiyle karşılaştı. 1983’te üçü de görevden alındı, ilerleyen yıllarda kongre çevre düzenlemelerini sıkılaştırdı, çevre örgütlerinin üye sayıları ve bütçeleri giderek arttı. Sierra Club’un eski icra direktörü Carl Pope’un deyimiyle Reagan “çevre hareketini hor görerek onu yeniden icat etti.”

Başkan Trump’ın çevreye yaklaşımı Reagan’ın çevre düzenlemelerini etkisiz hâle getirme çabasına benzese ve benzer bir tepkiyle karşılaşması muhtemel olsa da önemli birkaç fark var. Öncelikle bu sefer tepkinin bir kısmı 1980’lerde olduğu gibi devletlerin politikaları lehinde mücadele vermek yerine sera gazını azaltmak konusunda öncü olan şirketlerden gelecek. Gerçekten de son araştırmalar şirket yöneticilerinin %85’inin iklim değişikliğinin gerçek olduğuna inandığını gösteriyor (%64 olan ülke ortalamasından epey fazla), pek çoğu da bununla bağlantılı piyasa risklerini ve menfaatlerini görüyor. Associated Press’e “İnsanların sebep olduğu sera gazının iklim değişikliği ve iklim belirsizliğine yol açtığını düşünüyoruz, bu da tarım tedarik zincirine baskı yapıyor,” diyen General Mills CEO’su Ken Powell yalnız değil. Cargill icra direktörü Greg Page, harekete geçmezsek gıda kıtlığı çekeceğimize dair uyarılarda bulunuyor. Bu tür endişeler bir sorunumuz olduğuna ve devletlerin hareketsizliğinin bunu daha da kötü hâle getireceğine dair kurumsal sektördeki güçlü ve artan bir bakış açısını temsil ediyor. 

Karbonun sınırlı kullanıldığı bir dünyada istediği kadar kazanamayacak olanlar (fosil yakıt sektörü gibi) iklim değişikliğini kabul etmekten imtina ededursun, çoğu şirket meselenin uzun vadeli gidişatına bakıyor ve bugünün yönetiminin konumunun uzun vadeli gelecekte yeri olduğuna inanmıyor. ABD federal hükümeti dahil olsa da olmasa da diğer merkezi hükümetlerin yanı sıra ABD’deki eyalet ve kent idareleri yeni politikalar belirledikçe piyasa da değişiyor. Şirketlerden birçoğu küresel piyasaların bir parçası, ABD Paris Antlaşması’ndan geri çekilse de hükümetin vazgeçmesinin devam eden piyasa dönüşümünü durdurmayacağının farkındalar. Bazı piyasalar yavaş kalabilir; diğerleri de enerji ve devinim sektörlerinin geleceğinin yenilenebilir enerji ve (elektrikli ya da hibrit gibi) alternatif güç aktarma organlarına yatırım yapmaya bağlı olduğunu düşünen dünyanın farklı bölgelerine, örneğin Almanya, Hindistan ya da Çin’e kayabilir.

İnsanların bakış açıları da sürdürülebilirlikten yana değişmeye başlıyor. Anketler şimdiden iklim değişikliğinin gerçekliğine inanan Amerikalıların sayısının arttığına işaret ediyor. Hatta bazıları Cumhuriyetçilerin (kendini muhafazakâr cumhuriyetçi olarak tanımlayan %54’ü de dahil) çoğunun dünyanın ikliminin değiştiğine ve insanların burada bir rol oynadığına inandığını ortaya koyuyor. 2009’da Cumhuriyetçilerin yalnızca %35’inin inandığını düşünürsek bu büyük bir değişime işaret ediyor. İşin aslı Cumhuriyetçi siyasetçilerin, kongre çalışanlarının ve lobicilerin birçoğu iklim değişikliğinin bilimselliğine inanıyorsa da görüşlerini belirtmek için doğru politik kılıfı bekliyorlar. 

Çevre için duyulan kaygı Amerikan halkının uzun süredir ilgisini çeken bir konuysa da acilden çok örtük hâlde, hatta bilinç düzeyinde değil. Anketler seçim kampanyası konularında arka planda kaldığını gösterse de (bir ankete göre ekonomi, terörizm, dış siyaset ve sağlık hizmetlerinin ardından on ikinci sırada yer alıyordu) dikkat çektikçe gündeme gelen, tehdit altındayken uyanacak bir konu. Bu uyanışı tetiklemek için kullanılabilecek birçok manivela var. Eğer tarih bize bir şey öğrettiyse, akıllı yöneticiler bu işaretleri okuyacak, piyasa değişimini sezecek ve ondan faydalanmanın yollarını arayacak.

Öncü Boşluğunun Kapatılması

Öncü Boşluğunun Kapatılması

Her zamankinden daha fazla para etki yatırımına doğru akıyor, ancak yoksullara hizmet eden şirketleri yaratan pek çok girişimci özellikle de şirketin büyümesinin ilk aşamalarında sermayesini artırmakta zorlanıyor.

Husk Power Systems, pirinç çeltiğini yakarak enerji üreten ve Hindistan’ın düşük gelirli köylerine elektrik sağlayan büyüme aşamasında bir sosyal girişim. (Greenpeace kuruluşundan Harikrishna Katragadda tarafından çekilen bu fotoğraf, orijinal SSIR makalesinden alınmıştır.)

Bihar, Hindistan’ın Mumbai, Delhi ve Chennai gibi megakentlerini dönüştüren ekonomik büyümeye uzak. Hindistan eyaletleri arasındaki en düşük ekonomik faaliyet oranına sahip (Kişi başı yıllık 430 doları). Köylerinin yüzde 80 ila 90’ında elektrik yok ve bu köylerin birçoğu o kadar uzak ki hükümet onları geleneksel elektrik şebekesi için ulaşılamaz bölge olarak ilan ederek milyonlarca insanı karanlığa ve yoksulluğa mahkum etti.

Gyanesh Pandey, Ratnesh Yadav ve Manoj Sinha bu meseleyi çözmenin bir yolu olması gerektiğini biliyordu. 2005’te yenilenebilir enerji üretme maliyeti küresel olarak düşüyordu. Onlar da bu durumun, Bihar’ın Hindistan’ın ekonomik dönüşüm hikâyesinin bir parçası hâline gelmesi için bir fırsata işaret ettiğine inandılar. Farklı yenilenebilir enerji kaynaklarını denediler ve sonuçta pirinç çeltiklerinde karar kıldılar. Bihar Hindistan’ın pirinç kuşağında yer alıyor, öğütme pirinç tanelerinden kalan çeltik de yalnızca bol miktarda bulunmuyor, aynı zamanda atık ürün olarak görülüyordu. Kendi küçük, düşük maliyetli, pirinç çeltiği ateşlemeli güç jeneratörlerini geliştiren ekip, elektrik şebekesinden uzağa düşmüş 70 milyon insan için güvenilir, yenilenebilir ve uygun fiyatlı elektriğin üretilebileceğine inanmıştı.

2007’de üç sosyal girişimcinin kişisel birikimlerini kullanarak inşa ettiği ilk tesis epey mütevazıydı. 30 ila 35 kilovat elektrik üretiyor, üç operatörün günde sekiz saat çalışmasını gerektiriyor ve bambu sırıklarından geçen düşük voltajlı elektrik hatlarıyla yakınlarda bulunan bir köydeki yaklaşık 400 haneye elektrik iletiyordu. Bu sistem üzerinden güç sağlama ekonomisi cazipti, ekip bu yeni ve küçük ölçekli tasarımın ve minil şebekenin kırsal Hindistan’ı aydınlatmanın anahtarı olabileceğine inanıyordu.

İşin vaat ettikleri ekibi heyecanlandırsa da, kişisel banka hesapları bu tesisi geliştirme ve inşa etme masrafı yüzünden neredeyse sıfırlanmıştı. Ellerindeki iş planıyla 2007’de Teksas Üniversitesi, Virginia Üniversitesi ve Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’ndeki (MIT) iş planı yarışmalarına katılarak üç ödül aldılar, toplamda da 97.500 dolar kazandılar. Bu parayı, ikinci bir güç santrali kurmak, büyüyen ekibin masraflarını karşılamak ve araştırma ve geliştirmeye devam etmek için kullandılar.

Üç girişimci, Husk Power Systems adını verdikleri şirketlerine yatırım yapmaları için potansiyel yatırımcılarla da konuşmaya başladı. Bazı yerlerden ilgi görmüş olsalar da, aldıkları geribildirimlerin çoğu işin erken aşamada ve yatırım için çok riskli olduğu yönündeydi. Ekip tam bir çıkmazdaydı. Kişisel birikimleri ve ödül paraları ile birlikte şirkete yaklaşık 170.000 doları civarında yatırım yapmışlardı. Çalışır durumda iki pilot tesisleri vardı, bunlar da Bihar’daki yaklaşık 800 müşterinin temiz ve uygun maliyetli elektriğe erişmesini sağlıyordu. Ama işlerini büyütmek için ihtiyaç duydukları sermayeye hâlâ erişememişlerdi.

Husk’ın hikâyesi benzersiz değil. Görevini yoksullara elzem ürünler ve hizmetler sağlamak olarak belirlemiş pek çok şirket benzer zorluklarla karşılaşıyor. Etki yatırımcılarının gittikçe artan sayısına ve sosyal etki fonlarına dökülen milyonlarca dolara rağmen Pandey, Yadav ve Sinha gibi girişimciler işlerini büyütmek için ihtiyaç duydukları parayı bulmakta hâlâ zorlanıyor. Hayırseverlik ve ödül parasından gelen sermaye onları, sadece gelişimin çekirdek aşamasına kadar ilerletebiliyor, bu da tabii ki devam eden bir işi fonlamak için yeterli gelmiyor. Öte yandan Husk gibi bir şirketi erken aşamada fonlayacak çok az sayıda yatırımcı mevcut.

Birçok yatırımcı sosyal etkiyi önemsiyorsa da temel amacı yatırımları için getiri sağlamak. Sosyal vaadine ve sağladığı hizmete duyulan talebe rağmen Husk gibi bir sosyal girişim zayıf altyapı, ödeme gücü sınırlı olan müşteriler, yetenekli yöneticileri kendilerine çekmenin zorlukları ve var olmayan tedarik zinciri gibi bir dizi zorlukla karşı karşıya kalıyor. Bu tür engeller ek maliyet ve ek risk anlamına geliyor, erken aşamadaki yatırımcılar ise giriştikleri bu riski telafi edecek yüksek getirileri çok nadiren elde edebiliyor.

Bunun bir sonucu olarak çoğu yatırımcı, hatta etkiyi önemseyenler bile bu şirketleri tamamen göz ardı etmeyi ya da onlara icra riskinin azaldığı ve risklerin daha iyi anlaşıldığı geç bir aşamada yatırım yapmayı seçiyor. Bu, Husk gibi erken aşamadaki şirketlerin işlerini büyütmek için kullanacakları sermayeyi bulmakta zorlandıkları anlamına geliyor. Bu da piyasanın büyümesini, nihayetinde de yoksul insanların yaşamlarını iyileştirebilecek kaliteli mal ve hizmetlere erişimini engelliyor.

Birçok yönden Husk’ın hikâyesi bize mikrofinansın ilk günlerini hatırlatıyor. Genelgeçer bilginin ötesine bakmaya ve yoksullara (Bangladeşli kadınlar) hizmet etmek için pazar temelli yaklaşımlarla (kredi, hayırseverlik değil) deney yapmaya istekli bir sosyal girişimci (Muhammed Yunus). Mikrofinansın ne kadar çığır açıcı bir fikir olduğunu ve bir fikrin çekirdekten başlayıp bugün yüz milyonlarca yoksul insana, onların yaşamlarını iyileştirmek için hizmet eden küresel bir endüstriye dönüşmesinin ne kadar zaman ve paraya mâl olduğunu unutmak kolay.

Girişimcilerin, etki yatırımcılarının ve iş dünyasının yoksulluğu sonlandırmakta bir rolü olduğunu düşünen diğer herkesin yanıt vermesi gereken soru şu: Mikrofinansın yakaladığı başarının bir benzerini, içme suyu, enerji, sanitasyon, tarım, sağlık hizmetleri, konut ve eğitim gibi kritik alanlarda nasıl elde edebiliriz?

Etki yatırımının yükselişi

Etki yatırımına gösterilen ilgi ve bu alanda yapılan çalışmalar giderek artıyor. 2010’dan beri büyük kalkınma ajanslarının ve kalkınma finans kurumlarının birçoğu ya etki yatırım teklifleri için kendi çağrılarını yaptı, ya da yatırımlarını doğrudan etki yatırım fonlarına yönlendirdi. 2011’de Global Impact Investing Network (Küresel Etki Yatırım Ağı) ve J.P. Morgan etki yatırımı için 2012’de yaklaşık 4 milyar dolar, sonraki on yıl içerisinde ise 1 trilyon dolar harcanmasının beklendiğini belirten bir rapor yayımladı. The Economist‘e göre milyarder katılımcıların varlıklarının en az yarısını hayır işlerine bağışlamaya söz verdiği Giving Pledge konferansının 2012 ayağının “en popüler konusu” etki yatırımıydı. 2012’de yayımlanan bir Credit Suisse raporu ise J.P. Morgan’ın etki yatırımlarının 1 trilyon doların üzerine çıkabilecek potansiyele sahip olduğu iddiasını doğruladı. Her ne kadar bu tahminler iddialı, hatta şişirilmiş gözükse de etki yatırımının, geçmişte mikrofinansta olduğu gibi dünyanın hayal gücünü ele geçirdiğine şüphe yok.

Etki yatırımının potansiyeli inkar edilemez, ama yoksullara hizmet eden kapsayıcı işletme kurmanın zorlukları ile daha yeni ve agresif fon ve finansal kuruluşların verdiği sözler arasında giderek artan bir kopukluk olduğuna inanıyoruz. Bu kopukluğun tanımlardan kaynaklanan bir kısmı da var. J.P. Morgan ve Credit Suisse 1 trilyon dolarlık bir etki yatırım pazarından bahsettiklerinde elbette ki mümkün olan en geniş tanımı kullanıyorlardı. Bugün “etki yatırımı” olarak nitelendirilen sermayenin çoğu, gelişmekte olan pazarlarda (emlak, büyük ölçekli altyapı, alışveriş merkezleri ve alüminyum fabrikaları gibi) daha geleneksel işlere yatırılıyor. Bu onlarca yıldır süregelen ve gelişmekte olan ülkelerin birçoğundaki güçlü ekonomik büyümeden dolayı hızlanan bir eğilim. Buna ek olarak, temiz teknoloji yatırımlarında da büyük bir artış yaşandı (bazıları etki yatırımı tanımlarına bunu da dahil ediyor). 2012’de yayımlanan bir McKinsey & Co. raporuna göre, önümüzdeki on yıl içerisinde 1.2 trilyon dolara kadar varabilen bir para sadece güneş enerjisine yatırılabilir. Öte yandan Husk gibi gelişmekte olan ülkelerdeki düşük gelirli müşterileri hedef alan sosyal çalışmalara yatırım yapanlar, bu fonların sadece küçük bir altkümesini oluşturuyor.

Etki yatırımının kapsayıcı bir tanımını yapmak birçok yönden uygun, çünkü bu sermayenin neredeyse tamamı toplum üzerinde olumlu etki yaratma potansiyeline sahip. Öte yandan kapsayıcı tanımlar, aynı zamanda bir gerçeğin üzerini kapıyor. Fonların büyük bir kısmı, yoksullukla savaşmaktan bahsedenler bile, zor olan, uzun süren ve yoksula doğrudan hizmet eden daha az kazançlı yatırımları es geçerek toplumun daha geniş kesimini hedef alan ve daha fazla kazanç getiren yatırımlara yöneliyor.

Günümüzde, etki yatırım fonlarının yalnızca küçük bir alt grubu yüksek riske ve bu pazara yatırım yapmanın beraberinde getirdiği düşük-orta ölçekte tek haneli yıllık getiriye razı oluyor. Küresel girişim sermayesi endüstrisinin şu anki sicili dikkate alındığında bu durum özellikle şaşırtıcı. Kauffman Vakfı tarafından, 100 girişim sermayesi fonuna yatırılan 250 milyon dolarlık yatırım getirisini inceleyen güncel bir araştırmaya göre, bu fonların sadece üçte biri kamu piyasalarında var olan getirilerin üzerine çıkabilmiş durumda. Genel bir sonuç olarak da “ortalama bir girişim sermayesi fonu yatırımcı sermayesini geri ödeyemeyecek durumda,” diyebiliriz. Kauffman’ın deneyimini bir temsil olarak kabul edersek, girişim sermayesi yatırımcılığının bu yatırımların yüksek riskini ve düşük likiditesini karşılamaya yetmediğini söyleyebiliriz. Bununla birlikte etki yatırımında kullanılan söylem, net getirinin “pazar” oranlarının senede yüzde 10 ila 15 ya da daha yüksek olması gerektiğine işaret ediyor.

Elimizdeki gerçekler

Etki yatırımcılarından oluşan alt sektörü ve temel olarak özellikle küresel yoksulluk gibi uzun zamandır devam eden sosyal eşitsizliklerini doğrudan ele alan diğer fon sağlayıcılarını daha iyi anlamak için, Bill & Melinda Gates Vakfı tarafından finanse edilen bir araştırma projesi üstlendik. Özellikle düşük gelirli piyasalara odaklanan erken aşama girişimcilerine sunulan sermayenin kaynağını anlamak, onlar için para bulmanın neden hâlâ zor olduğunu ve bu piyasalarda yeni bir iş geliştirmenin maliyetini öğrenmek istedik.

Başlangıç noktamız Monitor Inclusive Markets’ın (Monitor Group’un bir birimi) Sahra altı Afrika’sındaki yedi yüzden fazla işletme üzerinde yaptığı araştırmaydı. Daha sonra etki yatırımı pazarına (yatırım stratejilerini anlamak için daha ziyade fonlara odaklanarak) daha geniş bir açıdan baktık, sonra da Acumen Fonu’nun Hindistan, Pakistan, Doğu ve Batı Afrika’daki 71 şirkete yaptığı 77 milyon dolarlık yatırım portföyünü etraflıca inceledik.

Acumen’in portföyündeki sosyal, operasyonel ve finansal performans bilgisini içeren bir sürü verinin yanı sıra hibe ve sübvansiyonlar da dahil olmak üzere sermaye kaynakları üzerine hazırlanmış ayrıntılı raporları inceledik. Elde ettiğimiz ilk verinin ardından 60’tan fazla sektör uzmanı ile (yatırımcılar, girişimciler, kanun koyucular ve bağışçılar) derinlemesine görüşmeler yaparak hipotezimizi ve ilk bulgularımızı test ettik. Acumen veri tabanının tümüne erişebildiğimiz için 20’den fazla şirkette derinlemesine araştırmalar yürüttük. Bir etki yatırımcısı ilk kez bu tür bir harici araştırma için portföy sonuçlarını paylaştı.

Kapsayıcı bir işletme inşa etmek

Öğrendiğimiz ilk şeylerden biri, Husk gibi bir şirket yaratmanın ve büyütmenin geleneksel şirketlere kıyasla ne kadar zor olduğuydu. Sosyal girişimciler gerçek birer öncü. Bu girişimciler, hem düşük gelirli hem de uzun süredir değişen uygulamalar karşısında sıkıntıya düşmüş müşterilere sadece yeni ürünler ve hizmetler sunmakla kalmıyor, aynı zamanda işlerini kurmak için zayıf fiziksel altyapı, az gelişmiş değer zinciri ve kalifiye işçi havuzunun sığlığı gibi ek zorlukların da üstesinden geliyor. Sonuç olarak artan maliyetlerin, uzayan süreçlerin ve yükselen barikatların üstesinden gelinebiliyor, ama bütün bunlar için zaman ve para gerekli.

Örneğin Husk için pirinç çeltiği yakarak enerji üretebilecek bir mini enerji santrali inşa etmek yeterince zordu. Ancak inovasyonu ticari açıdan uygun kılmak için şirketin sürekli üretim yapan bir pirinç çeltiği kaynağı geliştirmesi, köydeki her evi birbirine bağlamak için bambu sırıkları üzerinden telleri geçirmesi, kredi geçmişi olmayan müşteriler için elektronik ölçüm ve ödeme sistemi oluşturması, tesisi çalıştırmak için gereken ustaları, mühendisleri ve operatörleri işe almak ve eğitmek için Husk Power Üniversitesi’ni kurması gerekiyordu.

Kaynak: SSIR

Gelişmiş bir piyasadaki yeni bir güç üretim şirketi bir tesis inşa edebilir ya da gücün markasını değiştirip yeniden satabilirdi. Husk ise elektrik üretimi için hammadde kaynağını bulmaktan ücret toplamak için insanların evlerine teslim etme aşamasına kadar her şeyi yapan, dikey olarak entegre olmuş bir şirket kurmak zorundaydı. Değer zincirinde bulunan her bir taş Husk’ın ticari güvenilirliği açısından elzem, ancak ek masraflar üzerinden katmanlaşıyor ve şirketin iş planını başarılı bir şekilde uygulamasına zorluk teşkil ediyor. Yatırımcı bakış açısından bu daha fazla mali getirisi olmadan daha yüksek maliyet ödemek ve daha fazla risk almak demek, çünkü sayıları milyonlarla ifade edilse bile Husk’ın müşterilerinin hizmetin karşılığını ödeme güçleri sınırlı.

Husk’ın evrimini daha iyi anlamak için, yeni ve öncü bir girişimin geçirdiği dört gelişim evresini incelemek lazım: Tasarlamak, onaylamak, hazırlamak ve ölçeklendirmek (Bkz. Bir İşi Ölçeklendirmek). Öncü sosyal girişimcilerin statükoyu rahatsız edecek bir fikri var ve bir plan geliştiriyorlar (kabataslak), böylece büyük bir sorunu yavaş yavaş oymaya başlıyorlar. Girişimciler daha sonra bu fikirlerini alıp, prototip çıkarmak, rafine etmek ve iş modelini onaylamak için birden fazla deneme gerektiren testlere başlıyor. Ayrıca ürünün ya da hizmetin işe yarayıp yaramadığını anlamak ve şirketi uzun vadede ayakta tutacak yeterli kârı yaratacak ücreti müşterilerin ödeyip ödemeyeceğini öğrenmek için de bu testlere ihtiyaç var. Daha sonra, şirketin hem dahili (örneğin yönetici ekibi, yönetim kurulu, şekli ve işletim sistemleri) hem de harici (örneğin ürünlerine yönelik müşteri talebini canlandırmak ve ürünlerini müşteriye sunabilmek için etkili dağıtım kanalları oluşturmak) olarak büyümeye hazırlanması gerekiyor. Şirketin işini büyütecek konuma gelmesi, ancak bu aşamalardan sonra mümkün olabilir.

Sistem Değişimini Yönetmek

Sistem Değişimini Yönetmek

Giderek daha fazla kurum büyük sosyal sorunların üstesinden gelmek için sistem değişimine yöneliyor. Ancak sistemler karmaşıktır, sürece hükmetmek ise gözlem yapmayı, sabırlı olmayı ve kafa yormayı gerektirir. Niyetiniz varsa, size sistem değişimini gerçekleştirmek için iki yaklaşım sunuyoruz.

Oh, nihayet o ihtiyar sihirbaz, 

Dışarı çıktı biraz!

Şimdi onun cinleri de bir kere,

Oynasınlar benim keyfime göre!

Söylediği sözler, yaptığı işler.

Aklıma birer birer;

Ruh gücü bende de var,

Ben de elbet yaparım mucizeler.*

*J.W. von Goethe’nin “Büyücü Çırağı” şiirinden. Çev: Burhanettin Batıman  1

Goethe’nin “Büyücü Çırağı” adlı şiirinde, yaşlı bir büyücü genç çırağını temizlik işlerini halletmesi için evde bırakır. Çırak, kısa süre sonra ev işlerinden bıkar ve süpürgeyi kullanmak üzere büyüye başvurur. Ancak süpürge su kovalarını devirmeye başlar ve her yer sırılsıklam olur. Çırak süpürgeyi bir türlü kontrol edemez ev de su altında kalır. Büyücü geri dönünce, hızlıca büyüyü bozup suyu temizler, çırağını anlamadığı ve kontrol edemediği güçleri kullanmaması konusunda uyarır.

Zavallı genç adamın başına gelen talihsizliği günümüzde karmaşık nedensellik olarak adlandırabiliriz. Çünkü çırağın eylemi, güçlerini anlayamadığı ve kontrol edemediği sihirli bir süpürgeye emirler vererek “harikalar” yaratmak yerine karmaşaya ve zarara sebep oldu.

Sistem değişimine karşı artan ilgi, bunun bazen bütünüyle bir tutkuya dönüşmesi bize çırağın hikâyesini hatırlatır. Büyücünün süpürgesi gibi, yalın ve basit olmakla övünen herhangi bir sistemi anlamak ve kontrol etmek zordur. Biz de, büyücünün çırağı gibi, sistem değişimini amaçladığımızda belamızı mı arıyoruz? Aynen öyle!

Ancak bu durum karmaşık sistemleri iyileştirmeye kalkışmamamız gerektiği anlamına gelmez. Bunu yapmayı denemenin meşakkatine ve tehlikelerine riayet etmek zorunda olduğumuz anlamına gelir. Bu makalede, sistem değişimini üstlenirken karşılaşabileceğiniz bazı sorunları gidermek için etkili “büyüler ve davranışlar” ile sizi donatmak istiyoruz. Ayrıca, sistem değişimini gerçekleştirmek için, araştırmamız sırasında belirlediğimiz, iki farklı yaklaşımı (veya arketipi) önereceğiz. Böylece, sistemlerin neden-sonuç mimarisini kurumların nasıl yöneteceklerine ve etkili değişime nasıl başlayabileceklerine dair örnekler sunacağız.

Çırağın İkilemi

Yoksulluk, önlenebilir hastalıklar, yetersiz eğitim gibi meseleler üzerinde çalışan politikacıların, vakıfların, STK’ların ve sosyal girişimlerin tüm gayretlerine rağmen bu inatçı sorunlar var olmaya devam ediyor.  Buna karşılık, sorunların köklü nedenleriyle baş edebilmek için çoğu kişi sistem değişimi yaklaşımını benimsiyor.

Stanford Social Innovation Review’deki güncel makaleler, sosyal inovasyonu tanımlayan bir yaklaşım olarak sistem değişimini teşvik etme çabalarına içkin umutları ve tutkuları yansıtıyor. Bu makaleler gözden geçirildiğinde, birçok insanın sistem değişimini sağlık hizmeti veren kurumların daha yetkin ve faal2 olmasını sağlayan3 daha iyi hizmetler yaratacak sosyal inovasyonların etkisini artıracak gümüş kaşık olarak gördüğü ortaya çıkıyor. Başarı tanımlanırken, sistem değişiminden fayda sağlayanların sesleri de dahil ediliyor, eğitim sistemi ise bir öğrenme ekosistemine4 dönüştürülüyor.

Bir başka sistem değişimi makaleleri serisi, kolektif aklın ve hareketin ortaya çıkması5 için alan yaratarak karmaşık sosyal sorunları daha etkili ve verimli bir şekilde çözmeyi amaçlıyor. Bunu yaparken sosyal problemlerin bulunduğu sistemi6 anlayıp sistem değişimini sınırlayan kaynak eksikliğinin üzerinden gelebilecek sistem değişimi girişimcilerini destekliyor7.

Üçüncü bir sistem değişimi makaleleri serisi ise vakıfların ve fon sağlayacıların beş basit kuralı8 takip ederek, olumlu sosyal kazanımları sürdürülebilir hâle getirmelerine yardımcı olmayı hedefliyor. Bunu yaparken de “araç ekosistemi”nin9 kullanılması, başından itibaren söz konusu sorunun bütün yönleriyle ele alınması10 ve birkaç fon sağlayıcının varlıklarının koordine edilmesi11 gerektiğini aktarıyor.

Motivasyon ve tutku açısından bakıldığında, zaman hiç şüphesiz sistem değişimini olgunlaştırır. Ancak çoğu yazar sistemleri ele alırken yetkinlikten çok uzak olduğumuz konusunda hemfikir. Global Knowledge Initiative’in kurucu ortaklarından Sara Farley konuyla ilgili olarak “Şu anda sistemler insanları çok heyecanlandırıyor ve çoğu ne demek olduğunu çok da anlamadan ‘sistem mühimdir’ diye düşünmek istiyor. Sistem liderliği hakkında yakın zamanda yayımlanan bir makalenin yazarları da benzer görüşleri aktarıyor: “En zor sorunları çözmek için kullanılan stratejilerin bu sorunların daha derindeki kaynaklarına ulaşamadıkları ve çok yüzeysel kaldıklarıyla ilgili yaygın bir şüphe var.”12

Ancak Dan Vexler’in de geçenlerde işaret ettiği gibi, yetkinlik eksikliğinden daha çok endişe veren şey, sistem söyleminin benimsenmesinin sosyal sektörün hedeflerinin daha yükseğe çekildiğini bildirmesi.13 Profesyonellerin sistem değişimiyle nasıl ilişki kurduğunu araştırmakta öncü olan Dietrich Dörner, yeterli yetkinliği olmayan iyi niyetli ve iddialı insanlar hakkında uyarıyor. Dörner, “Aksi takdirde zararsız kalmaya devam edebilecek bu yetersizlik sıklıkla tehlikeli hâle geliyor, özellikle de iyi niyetli ancak yetkin olmayan insanların nadiren vicdan azabı çekmesi kötü niyetli ama yetkin insanların işlerini engelliyor,” diye yazıyor.14

Sistem çalışmasında, küçük hatalar üst üst eklenir, çünkü neden ve sonuç zaman içinde ayrılır, gözlemlenmesi zor hâle gelir. Bu dinamik aksamalar devam eden uyum sürecini engeller ve insanlar hatalarını çok geç olana kadar fark edemezler. Dörner bize toplumsal kötülüklerin, zulümlerin, suçların ve hatta savaşların kötü niyetlerle değil, sistemlerin nedensel karmaşıklığıyla başa çıkamayanlar tarafından tetiklendiğini hatırlatıyor: “Basit bir yetersizlik nedensel bir dizi olayı başlattığında, son derece acımasız eylemlerle sonuçlanabilir.”15

Bu, büyücü çırağının sistem değişikliğine uyarlanmış hikâyesidir. Ancak, değişim çabalarını zorlaştıran sadece sistemlerin doğasında bulunan karmaşıklık değildir. Sistemi değişimini gerçekleştirenlerin bu dinamiği nasıl deneyimlediğine, zamanla bu deneyimden ne öğrendiklerine ve nasıl karar verdiklerine de dikkat etmemiz gerekir.  

Bir sistemi değiştirmeye çalışmanın psikolojik dinamikleri

Dörner gibi psikologlar, gözden düşen bir bölge ya da koca bir şehir gibi karmaşık sistemleri değiştirmeye çalışmış, farklı disiplinlerden gelen binlerce profesyonelin mücadelelerini inceledi. Bu psikologlar, tahmin edilebilir patolojik davranış kalıpları gözlemlediler. Büyük tutkuları olan tecrübeli profesyoneller sistem müdahalelerine hızlıca karar veriyor, ancak sistem dinamiklerini ve özelliklerini anlamaya çalışmak için çok az zaman harcıyorlardı. Öğrenmeye odaklanmak yerine başarı beklemek, gayretleri erkenden başarısızlıklar veya istenmeyen sonuçlar doğurduğu zaman, hayal kırıklığı ve duygusal strese neden oluyordu.

Katılımcılar, kontrol duygusunu hızla geri kazanmak için, sıklıkla bir konudan diğerine sıçrıyordu. Örneğin, düşük maliyetli konutlara yatırım yaparak işe başlayabilirlerdi, ancak zorluklar ortaya çıktığında bazı müdahalelerin sonunda işe yaraması umuduyla tarıma, okullara veya toplum sağlığı çalışanlarına öncelik veriyorlardı. Son olarak, eski kararları hakkında gereğince düşünmek yerine, başarı yanılsaması yaratmak için istihdam yaratma ya da eğitim gibi “risksiz” alanlarda çalışmaya kalkışıyorlardı. Bir sistemi “daha iyi” hale getirme çabalarından çoğunun kaderi, etkisiz davranışların olumsuz geri bildirim döngüsü ile artan hırsların ve kontrol kaybının birleşiminde yazılıydı.

Karmaşık sistemlere müdahale etmek için şu iki konuya gereğince dikkat edilmesi gerekiyor: İstenmeyen olumsuz sonuçlar yaratarak sistemleri daha kötü hale getirmekten kaçınmak ve sistemleri değiştirmek isteyenlerin akıl sağlığını, motivasyonunu ve duygusal gücünü korumak. Başka bir deyişle, sistem değişimini yönlendirmek, rekabet düzeyimizi ve hırslarımızı eşzamanlı bir biçimde besleyip geliştirmemizi gerektiriyor.

Sistem mimarisini anlama ve değiştirme

2000 yıldan fazla bir zaman önce, Aristoteles dünyayı anlamak için onu kendi etrafında döndüren nedenler hakkında bilgi sahibi olmak gerektiğini anlamıştı. Araştırmamızda, değişimi hedefleyen sistem insanlarının birer sonuç olarak sosyal sorunlara sahip olan nedensel mimariler oldukları görüşünü benimsedik.

“Sistem değişimi problem çözmenin yerini almaz, bunun yerine iki boyutu da birleştirmemiz için çaba sarf etmemizi gerektirir.”

Sosyal sistemlerin mimarisi, temel olarak insanların nitelikleri, inançları ve tutkuları, yetenekleri ve kaynaklara erişimleri, birbirleriyle ve çevreleriyle ilgili normlar ve kurallarla şekillenir. Farklı sistemler farklı mimarilere sahiptir, bu nedenle farklı davranış kalıpları üretirler.

Bu nedensel mimari aynı zamanda sosyal problemlerin niteliklerini ve dinamiklerini ya da arzu edilmeyen sonuç olarak görülen şeyleri üretir. Başka bir deyişle, sistemlerin kendileri sorun değildir ama mimarileri sosyal problemler yaratabilir ve bu problemleri kalıcı hâle getirebilir. Sistem değişimi çabaları, hangi sorun kümelerinin hedeflendiğinin açıkça söylenmesini ve sistem değişiminin bu sorunlara karşı nasıl etkili bir yol olduğunun belirtilmesini gerektirir. Sistem değişimi problem çözmenin yerini almaz, aksine iki boyutu da birleştirmek için çaba sarf etmeyi gerektirir.

Sistem mimarilerinin karmaşıklığı nedeniyle, birçok değişim önerisi ortak çalışmaya dayalı inisiyatiflere bağlıdır.16 Ancak bu ortak çalışma, ek bir karmaşa üretir ve farklı sektörlerdeki partnerler arasında etkili ve meşru araçlar ve amaçlar için kaynakları, yetkinlikleri, stratejik öncelikleri ve ideolojileri hizalamayı gerektirir. Bu karmaşıklığın etkili bir şekilde yönetilip yönetilemeyeceği açık uçlu bir sorudur. Önümüzdeki yıllarda ortak sistem değişimi girişimlerinden öğrenecek çok şey olacak.

Ancak tek bir kurumun daha az karmaşık bir sistemde çalışmanın yollarını bularak ve çırağın ikilemini aşarak sistemleri nasıl değiştirdiğine bakarak da öğrenilecek çok şey olduğunu düşünüyoruz. Bu makalede iki kurumu inceledik: Sekem ve Gram Vikas. Bu iki kurum, sırasıyla Mısır’da ve Hindistan’da hasır altı edilmiş sorunların değişmesi yönünde büyük adımlar attılar. Nedenselliği (istenen sonuçları elde etmek için sistemleri anlamak ve dönüştürmek) yönetmenin üstesinden gelen sistem değişimi için iki arketip sunduklarına inanıyoruz.

Sekem’in temsil ettiği ilk arketip, “sistem inşa ederek sistemi değiştirme” örneğidir. Bu arketipte, mevcut bir sistem doğrudan dönüştürülmedi, yeni inşa edilmiş bir sistemin cazip kuvvetleri tarafından arzu edilen özelliklere sahip yeni bir yörüngeye doğru çekildi. Gram Vikas tarafından örneklendirilen ikinci arketip ise “bir sistemi, bir alt sistemi izole ederek değiştirmektir.” Bu arketip de daha çok arzu edilen sonuçları doğuran davranışları değiştirmek için, daha az karmaşık olan bir alt sistem mimarisini doğrudan dönüştürmek üzerine kuruluydu. Sistem değişimi için çok daha etkili arketipler olabilir, ancak buradaki amaç bu iki türe odaklanarak etkili sistem değişimi arketiplerinin ilkelerini ve uygulamalarını tanıtmaktır.

Sekem: Sistem inşa ederek sistem değiştirmek

Sistem teorisi, sistemlerin yöneldiği çekici güçler, belirli devletler olduğu fikrini geliştirdi. Sosyal bilimciler, sistemlerin evrimleşmesine ve yüksek seviyedeki yoksulluk ve eşitsizlik gibi talihsiz durumlara sıkışıp kalmasına neden olan güçleri belirtmek için “çekim noktası” terimi benimsediler. Çekim noktaları aynı zamanda bir sistemi harekete de geçirebilirler, örneğin güçlü bir fikir sistemin derinliklerinde yerini bulduğunda ve yeni olasılıklara doğru yörüngesini kaydırdığında.  Başkan John F. Kennedy, aya insan gönderme hayalini dile getirdiğinde, bu fikir o sırada mümkün görünmeyen bir şeyi gerçekleştirmek için birçok kamu teşebbüsünü ve özel girişiminin dahil olduğu geniş bir araştırma ve geliştirme sistemini bir mıknatıs gibi kendine çekti ve sistemi yeniden düzenledi.

Sekem’e bakmak, geliştirme bağlamında, sistemleri değiştirmek için çekim noktası fikrini keşfetmemize olanak sağlıyor. Organizasyon, çeşitli ticari, sosyal ve eğitim kurumlarından oluşan karmaşık bir sistem inşa etti. Bu sistem, o kadar farklı ve beğenilen sonuçlar yarattı ki, Mısır’ın yörüngesini değiştirme potansiyeline sahip bir çekim noktasına dönüştü. Sekem bunu üç şekilde yapıyor. Mısır’da bugün arzu edilen gelecek ve yeni olasıklar bugünden mümkünmüş gibi gösteren bir ayna görevi görerek gerçeğe tümüyle aykırı bir tablo çiziyor. Bu cesur vizyon, Mısır’ın geçimişindeki kötümserliğin ve ümitsizliğin karşısında gurur ve hevesin hoşgeldin sembolü olarak karşılanıyor. Yaratmakta olduğu sistemin bütün yönlerini tasarlaması, kontrol etmesi ve bunlara sahip olması, Sekem’e Mısır’daki (bir geçiş sistemi olarak) gerilim ve tehditlere karşı koyabilme esnekliği sağlıyor.

Sekem, 1937 yılında Kaire’de kültürel olarak açık görüşlü, Müslüman, imalatçı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen İbrahim Abouleish tarafından kuruldu. Aile, şehrin Yahudi mahallesinde yaşıyordu, Abouleish de bir Hristiyan anaokulunda ve bir Fransız ilkokulunda okudu. Liseden mezun olduktan sonra, Avrupa’da eğitim hayalini gerçekleştirmek için Avusturya’nın küçük bir kenti olan Graz’a taşındı. Graz Üniversitesi’nde farmakoloji alanında doktorasını tamamladı ve bir ilaç firmasında araştırma müdürü oldu.

1975’te, Abouleish Mısır’a uzun bir ziyaret yaptı ve işlevsiz bir sistemle karşılaştı. Ekonomi rayından çıkmıştı. Kamulaştırılmış işletmeler borç içindeydiler. Çoğu insan kendilerine ne ilham veren ne de yeterli gelir sağlayan işlere sahip görünüyordu. Kent merkezleri için kırsal alanlar terk edilmişti ve kentteki gecekondu alanları genişliyordu. Her yer atıkla doluyordu. Sağlık ve eğitim sistemleri etkisizdi. Yanlış yönlendirilmiş tarım politikaları, suyun, toprağın ve mahsulün hastalıklar ve böcek ilaçlarıyla kirlenmesine neden olmuştu. Neşeli çocukluk anılarına kıyasla nasıl da bir tezatla karşılaşmıştı. Abouleish harap olmuştu. “Dönüş yolculuğumda uçakta otururken, Allah’a Mısır’da yaşamadığım, güzel Avusturya’daki karım, iki çocuğum ve başarılı kariyerim için şükrettim,” demişti.17

İnsan Merkezli, Sistem Odaklı Tasarım

İnsan Merkezli, Sistem Odaklı Tasarım

Hem insan merkezli hem de sistem odaklı yöntemler, etkili bir tasarım yaklaşımında kendilerine yer bulabilir ve toplumsal sorunları aşmakta birlikte işlev görebilirler.

Jill Vialet, Birleşik Devletler’deki vekil öğretmen sisteminde ciddi problemler olduğunu uzun zamandır biliyordu. Okulların ve gençlik programlarının teneffüs ve oyun ortamları oluşturmalarına yardım eden bir kuruluş olan Playworks‘te kurucu ve CEO olarak görev aldığı yıllarda bu problemleri bizzat görmüştü.

Okul idarecileri acilen çözülmesi gereken, kalıcı bir probleme işaret etmişlerdi: Vekil öğretmen eksiği. Bir öğretmen hastalık sebebiyle gelemediği ve kayıtlı bir vekil öğretmen bulunamadığı durumlarda idareciler telaşla okuldan birini bulmak veya öğrencileri başka sınıflara dağıtmak zorunda kalıyorlardı. Bu da, genelde kötü öğrenim deneyimlerine neden olduğundan, okul personeli için lojistik bir kabusa dönüşüyordu. Pek çok okul daha fazla vekil öğretmen bulma ihtiyacı hissediyor, ancak bunu gerçekleştirebilecek zamanı bulamıyordu.

Birleşik Devletler’deki eğitim sisteminin vekil öğretmenliği yeniden düşünüp tasarlayabileceği ve tasarlaması gerektiği fikri Jill Vialet’in aklını kurcalıyordu. 2015 sonbaharında, bu problemin üstesinden gelmek için yeni bir tasarım yaklaşımını denemeye karar verdi.

Vekil öğretmen sisteminin nasıl çalıştığını öğrenip, okul bölgelerinin verilerini inceledi ve pek çok bölgede sertifika alıp programa dahil olmak için zaman ve emek harcamış çok sayıda kayıtlı vekil öğretmenin olduğunu şaşkınlıkla öğrendi. Ancak bu vekil öğretmenlerin yalnızca çok küçük bir yüzdesi düzenli olarak ders veriyordu, geri kalanlar ise ya bazen ders veriyor veya hiç vermiyorlardı. Sorunu “vekil öğretmen eksiği” olarak tanımlamak meseleyi basite indirgemekti. O hâlde vekil öğretmen ihtiyacını bu kadar büyük bir havuzdan karşılamak neden bu kadar zor oluyordu?

Bu soruyu cevaplamak için, Jill Vialet ilk elden araştırmaya, tasarımın kimin için yapıldığını anlamaya ve yinelemeli-deneysel bir yaklaşıma önem veren insan merkezli tasarım yöntemlerine yöneldi. Vekil öğretmenlerle etnografik mülakatlar yaparak işe başladı. Hikâyeler iç açıcı değildi: Okulların kendilerine saygı duymadıklarını ve değer vermediklerini düşünüyorlardı, okullarda ne topluluktan ne de diğer vekil öğretmenlerden destek aldıklarını hissediyorlardı.  Jill Vialet, “Vekiller en iyi ihtimalle en son akla geliyorlar, en kötü ihtimalle de alay konusu olarak görülüyorlar,” diyordu.

Mevcut vekil havuzu yeterince kullanılmadıkça ilk düşüncesi olan vekil sayısını artırmanın pek faydası olmayacağını anladı. Daha fazla vekil öğretmeni işe almak temel problemi, yani vekilleri bekleyen sistemi ve iş deneyimini çözmeyecekti. Bu nedenle, Jill bakış açısını değiştirdi, çalışmalarını okulların ve bölgelerin vekil öğretmenlere destek olmak için kendi yaklaşımlarını geliştirmelerine olanak tanımaya yöneltti.

Karmaşık toplumsal sorunlarla mücadele

Jill Vialet’in karşılaştığı zorluk (K-12 seviyesinde vekaleten öğretimi kadrolu öğretmenlerin yokluğunda yüksek eğitim kalitesi sağlayacak şekilde yeniden tasarlamak), son derece insani bir sorun olduğu gibi aynı zamanda karmaşık sosyal sistemlerle bütünleşik hâlde. Çözmeye çalıştığı problem, emsalsiz de değil. Örneğin eski bir Stanford d.school Civic Innovation Fellow’u olan Rita Nguyen, besleyici gıdaya erişimi Birleşik Devletler sağlık hizmetleri ve sağlık sigortası sisteminin bir parçası yapmak için çalışıyor. Bir başka eski üye olan Jae Rhim Lee ise cenaze endüstrisine ve köklü toplumsal beklentilere rağmen defin pratiklerini çevresel açıdan daha akılcı bir hâle getirmeye uğraşıyor.

Bu türden problemler, daha geniş kapsamlı güncel sorunları ele alırken insanları ve motivasyonlarını anlamayı da gerektiriyor. Mümkün olan en büyük faydayı sağlamak için muhtelif paydaşlardan ve kurumlardan oluşan bir ağa hangi noktadan etki edileceğini bilebilmek hayati önem taşıyor. Belirli bir sosyal sistemin sunduğu koşullarda çözümlerin kısa ve uzun vadedeki verimliliğini, yani bir araya gelerek söz konusu meseleyi var eden ve besleyen insani ve kurumsal tüm unsurları bilmek de bir o kadar önemli.

Bir tasarım yaklaşımı benimsemek

Tasarım yaklaşımının basit bir tanımı. (Kaynak: SSIR)

Tasarım yaklaşımı, çözülecek doğru problemi bulmaya ve problem çözümüne olduğu kadar problemin keşfine de yatırım yapmaya önem verir. Hem insan hem sistem düzeyindeki zorluklar için, eğer anlamlı bir değişime yol açmak istiyorsak hangi sorunların ele alınmaya değer olduğunu tespit etmeliyiz. Etkili çözümleri, ancak doğru problemi yorumlayarak üretebiliriz. Tasarım yaklaşımının çok basit bir tanımını verecek olursak, bir zorluğu anlamaya çalışmaktan başlayıp bu zorluk karşısında çözümler yaratmaya varmak denebilir.

 

Kademeli değişimden ziyade etkin çözümler üretmek için problemler karşısında yeni bakış açıları geliştirmemiz gerekir. Niceliksel ve niteliksel verileri bizi daha iyi fırsatlara yönlendirecek içgörüler kazanmak için analiz etmeliyiz. Yeni bakış açılarıyla, daha etkili çözümleri kavramsallaştırabilir ve üretebiliriz.

Tasarım yaklaşımı için bir şema. Bir proje sürecinde, dört kadrandan genelde noktalı çizgi ile gösterildiği gibi geçeriz. (Kaynak: SSIR)

Tasarım yaklaşımı için bir şema. Bir proje sürecinde, genelde dört kadrandan noktalı çizgi ile gösterildiği gibi geçeriz. (Kaynak: SSIR)

Bu anlamlandırma çalışması bir soyutlama eylemidir: Somut olandan (edinilmiş bilgi ve gözlemler) soyut olana (yeni bir bakış açısı) doğru hareket edip sonra yeniden somuta (yeni çözümler) döneriz. Bu soyutlama, görünürdeki belirtilere yüzeysel bir müdahaleye yönelmekten ziyade yeni ve anlamlı bakış açıları ile çözümler elde etmemize yardımcı olur. 

Problem keşfine vurgu ile soyutlama ihtiyacını birleştirdiğimizde bir tasarım yaklaşımı için yeni bir görselleştirmeye varabiliriz. (Bu Charles Owen’ın 1998 tarihli “Tasarım, Gelişmiş Planlama ve Ürün Geliştirme” adlı makalesinde ortaya koyduğu modelin bir uyarlamasıdır.)

Yaklaşımımız böylece her biri bir kadrana tekabül eden dört aşamaya bölünüyor:

1. Niceliksel ve niteliksel veri toplama (somut-anlama)

2. Bu veriden probleme dair yeni içgörüler ve bakış açıları elde etmeye yarayacak anlam çıkarma (soyut-anlama)

3. Bu içgörüleri yeni olanakları belirleme ve neyi hedefleyeceğinizin çerçevesini oluşturma (soyut-yaratma)

4. Bu olanakları yeni ürün, hizmet ve sistem çözümlerini kavramsallaştırıp inşa ederek kullanma (somut-yaratma)

Tasarım yaklaşımının cevaplamaya yardımcı olduğu dört ana soruyu (her biri bir kadranda) gösteren şema. (Kaynak: SSIR)

 

 

Bu aşamaların her biri için kullanabileceğimiz birçok araç ve teknik var. Bir ekibin hangi aracı seçeceği eldeki probleme bağlı. (Bazı tipik araçlara takip eden bölümlerde değineceğim.) Çalışmamızı biçimlendirmeye dört ana soru yardım edebilir: Neyi fark ediyoruz? Ne anlama geliyor? Nasıl ilerleyeceğiz? Peki, çözümümüz nedir?

Kitlesel fonlama nasıl daha kapsayıcı olabilir?

Kitlesel fonlama nasıl daha kapsayıcı olabilir?

Kitlesel fonlamaya yönelik çabaların, potansiyeline ulaşabilmesi için, birden fazla sonucu vurgulayarak geleneksel olarak dışlanmış toplulukları da dahil etmesi gerekir.

Mayıs 2014’te, çoğunlukla genç hayranları tarafından PewDiePie olarak bilinen bir YouTube fenomeni, insan hakları savunucusu Save the Children kurumu ile iş birliği yaparak, Indiegogo ve diğer online bağış toplama etkinlikleri aracılığıyla, 630.000 dolardan fazla para topladı. Bu kampanya, kitlesel fonlamanın; geniş kapsamlı, çeşitli sosyal ağlardan yararlanarak finansman alanını demokratikleştirme potansiyeline dikkatleri çekmişti. Peki kitlesel fonlama gerçekten herkes için mümkün mü?

Aslında pek de herkes için mümkün sayılmaz. En azından şimdilik. Bireysel bağışlar, (Giving USA’den elde edilen verilere göre) Amerika Birleşik Devletleri’ndeki hayırsever fonların yüzde 70’inden fazlasını oluşturuyor olsa da, bu bağışların kitlesel fonlama çabalarına yönlendirilmesinde büyük zorluklar yaşanıyor. Özellikle de sosyal adalet alanında saha çalışması yapan sivil toplum kuruluşları bu zorluklarla daha sık karşılaşıyor.

Latin Amerikalı liderlere ve topluluklara yatırım yapan bir sivil toplum kuruluşu olan Hispanics in Philanthropy’de (HIP), kitlesel fonlama platformumuz HIPGive’i başlattığımızdan bu yana bu zorlukların bazılarını biz de birebir yaşadık. Örneğin 2014’de, platformumuzun açılışını yaptığımızda, HIPGive, en fazla sayıdaki bağışçıdan en fazla bağışı toplayan gruba, topladığı paranın üzerine aynı miktar parayı ekleyerek sunmayı teklif etti. Kurumlardan birinin temsilcileri, bağışçı toplayabilmek için mahalle süpermarketini seçmişti. Grup, 100’den fazla bireysel bağışçı topladı, ancak bu kişilerin çoğunun kredi kartı yoktu; çoğu düşük gelirli ve resmi belgeleri olmayan kişilerdi.

Bağışları doğrulamak için yaratıcı bir yola başvuran grup, her bağışçının adını ve telefon numarasını kaydetti ve nakit bağışları ön ödemeli kredi kartlarına transfer etti. Kartları satın aldıktan sonra kurum, HIPGive yoluyla her bağışçının adına online bağış yaptı.

Grubun bağış toplama yöntemi oldukça iyi olsa da, kredi kartı ücretlerini öderken para kaybettikleri bir gerçek. Oysa bu para kampanyaya aktarılabilirdi. Bu kurumun deneyimi, dışlanan grupların kitlesel fonlama alanında da dezavantajlı olduğu gerçeğini vurgulamıştır.

İşin Özü Sadece Para Değil

Bu alanı herkes için eşit kılabilmek adına , sosyal etki odaklı fon yaratma platformlarının, düşük gelirli grupların ve siyahilerle çalışan sivil toplum kuruluşlarının ihtiyaçlarını ve kapasitesini tanıması ve bunlara cevap vermesi gerekiyor. Buna başlamanın bir yolu da, paranın kitlesel fonlama çabalarının özü olmadığının fark edilmesinden geçiyor.

Bazı kitlesel fonlama kampanyalarının, Kickstarter, Crowdrise ve Indiegogo gibi platformlarda, hatta Bernie Sanders’ın ana kampanyasında, viral olup starlar tarafından desteklenen projeler aracılığıyla büyük bir parasal başarı elde ettikleri doğru.  Ancak artık 200’den fazla kitlesel fonlama platformu var. Bu platformların stratejileri ve hedefleri arasında büyük farklılıklar mevcut. Örneğin, (daha güçlü, daha sürdürülebilir kentsel mahalleler inşa etmeyi amaçlayan) HIPGive ve ioby gibi platformlar, görünürlüğü yüksek olan viral kampanyaların elde ettiği yüksek miktarların üzerine çıkması çok zor, ancak hem bağış toplayan küçük sivil toplum kuruluşları için, hem de daha genel bir anlamda, filantropik açıdan çok değerli olabilirler.

Neden? Bir kere, küçük ölçekli bağış kampanyaları insanlara yardım edecekleri bireylerin kişisel hikâyelerini anlatabilir. Çoğu zaman bağış, yoksulluğun ve bağıştan yararlananların  somutlaşmasına katkı sağlar. Toplumda kökleşmiş ve tabandan gelen küçük ölçekli sivil toplum kuruluşları tarafından yürütülen, hedefli kitlesel fonlama kampanyaları, faydalanıcılarının mücadelelerini, umutlarını ve ihtiyaçlarını paylaşmak için hikâye anlatıcılığını kullanabilir. Bu yöntem, bireysel bağışçıların dikkatini çekmek ve yüksek miktarda fon verenleri cezbetmek için güçlü bir stratejidir. Ayrıca bazen zararlı olabilecek geleneksel bağış anlatısının da ötesine geçmek ve bu anlatıyı yeniden yazmak için etkili bir yoldur.

Küçük kitlesel fonlama kampanyalarının diğer iyi yanlarından biri de kapasite oluşturma potansiyelleridir. Ford Vakfı’nın yakın zamanda ev sahipliği yaptığı kitlesel fonlama konferansında, Crowdrise’ın kurucusu Edward Norton, kitlesel fonlamanın potansiyelinin, toplanan para kadar (hatta belki daha da fazla) bağış kaynağı ya da deneyim eksiği olan kurumların kapasitesini oluşturmada yattığını söylemişti. Bir kitlesel fonlama kampanyası yürüten fayda odaklı küçük kurumların, amaçlarını dile getirmeyi, geniş bir bağışçı havuzu ile ilişki kurmayı ve farklı sosyal medya kanalları ve teknolojileri aracılığıyla takipçi edinmeyi öğrendiklerini de vurgulamıştı.

Daha önce sunduğumuz örnek, bu noktaların her ikisini de doğrular nitelikte. Bu kampanya gösteriyor ki; kurumların kitlesel fonlama aracılığıyla büyümeye, inovasyona ve kazanımlar elde etmeye yönelik yaratıcı bir kapasitesi var. Bahsettiğimiz bu kurum; destek temelini genişletti, savunduğu amaç hakkında farkındalık yarattı ve bu yol boyunca birçok şey öğrendi.

Uçtakileri Ortalamak

Latinx ve Chicanx siyasi grupları için bir platform olan Mijente’dan B Loewe, Ford etkinliğinde, bağış toplama ve kapasite yaratma çalışmalarını hâlihazırdaki bağışçı ve faydalanıcılarlar için daha duyarlı kılabilmek adına, kurumların marjinalize edilmiş gruplarla kurdukları iletişim yolunu değiştirmeleri gerektiğini savunmuştu. Loewe şöyle söylemişti: “Herkes adına savaşmak için uçtakileri, yani dışarıda bırakılanları, orta hizaya getirmeliyiz.” Daha derinlere baktığımızda bu, organizasyonların liderlik yapılarını, çalışmalardan doğrudan etkilenenlerin seslerini ve bakış açılarını da kapsayacak şekilde değiştirmek anlamına geliyor. Önemli olan dönüşümü tetikleyecek bu değişimin, hayır için yapılan bir durumdan çok bağış toplamayı ve kapasite oluşturmayı daha duyarlı ve etkili kılacak stratejik bir yol olması.

Kitlesel Fonlamayı Daha Eşitlikçi Kılmak

Kitlesel fonlamayı gerçekten dönüştürücü ve demokratik bir teşebbüs hâline getirmek için, bu yaklaşımı besleyen ve destekleyen kurumların şunları yapması gerekir:

– Toplumun ihtiyaçlarını anlayan ve karşılamaya girişen tabandan gelen örgütlerin ilkelerini benimsemek,

– Marjinalleştirilmiş gruplardaki liderliğe, katılıma ve onların bakış açılarına öncelik tanımak,

– Bazı grupların nasıl ve neden dışarıda bırakıldıklarını incelemek için yardım ettiğimiz ve bağış topladığımız kişilerin kim oldukları konusunda eleştirel bir şekilde düşünmek,

– Platformlarını kullanan birey ve kurumlara kapasite oluşturma eğitimleri sağlamak (HIPGive de dahil olmak üzere birçok kitlesel fonlama platformu zaten bunu yapıyor. Yine de bu tür eğitimler, tek yönlü bir yaklaşım benimsememeli ve hedefleri kurumların özel ihtiyaçlarına yönelik belirlemeli).

– Kitlesel fonlama çalışmalarının diğer eşitlikçi olmayan fon yapılarını taklit etmediğinden ya da pekiştirmediğinden emin olmamız gerekir. (Bu eşitsizlikler, finansal ve teknolojik farklılıklar ya da yoksulluğun nesnelleştirilmesi ve patolojik olarak değerlendirilmesi yoluyla ortaya çıkıyor olabilir.)

– Yüksek profilli başarı örneklerinden ders almaya devam etmemiz önemli. Ancak belki de, kitlesel fonlama çalışmalarının ve başarı modellerinin, her bir örgütün ihtiyacı, kapasitesi ve bağışçı kitlesine bağlı olarak nasıl farklı görünmesi gerektiğini anlamak da aynı şekilde değerlidir.

“Çoklu-Çözüm” Yönteminin Büyüsü

“Çoklu-Çözüm” Yönteminin Büyüsü

Sektörler arası iş birliğinin kilidini açmak için altı ilke ve uygulama.

Japonya’da üretim tesisleri, havayı temizleme, şirket kafeteryalarına sebze sağlama ve soğutma için enerji kullanımını azaltma amaçlı “yeşil perde”(sarılıcı/tırmanıcı bitkilerden oluşan canlı bir panel) kullanmaktadır. İngiltere’de, okula yürüyerek gitmeyi teşvik eden bir program, çocukluk döneminde fiziksel aktivitenin azalmasıyla savaşırken diğer yandan da, trafik ve neden olduğu sera gazı emisyonlarının azalmasını sağlıyor. İspanya’da, genç gönüllülerin ve ailelerin oluşturduğu gıda hasadı programı ise gıda israfı, açlık ve sürdürülebilirlik meselelerine odaklanıyor.

Bunlardan her biri “çoklu-çözüm” (multisolving) olarak adlandırdığım şeyin gerçek hayattan örnekleridir. Çoklu-çözümlerde insanlar, birden fazla sorunu aynı zaman dilimi içerisinde ve tek bir finansman kaynağıyla çözmek için uzmanlıklarını, fon kaynaklarını ve siyasi iradelerini birleştirirler.  Bu, içinde bulunduğumuz karmaşık, birbiriyle bağlantılı sosyal ve çevresel zorluklar çağında sergilenecek anlamlı bir yaklaşımdır. Ancak, birçok sorunu tek bir seferde ele alan projeleri hayata geçirmek için en iyi formül nedir?

İklim değişikliği meselesinin çözümüne yardımcı olmak için sistem analizi yöntemini kullanan Climate Interactive, kısa bir süre önce iklim ve sağlık meselelerine çoklu-çözüm getiren bir yıllık çalışmasını tamamladı. Buradan, her koşula uygulanabilecek bir tarif olmadığını öğrendik ama üzerinde çalıştığımız projelerde tekrar tekrar ortaya çıkan üç çalışma ilkesini ve üç uygulamayı belirleyebildik.   

Dahası, sektörler arası iş birliğinin gücüne erişmek isteyen herkes bunları benimseyebilir.

Üç İlke

Çoklu-çözümlü projeler (ölçeği, sektörü ve gelişim aşamasından bağımsız) şu üç ilkeye bağlı kalma eğilimini gösteriyor:

1. Herkes önemlidir, herkese ihtiyaç vardır. Herkesin birbiriyle ilişkili olduğu bir dünyada, herkes sağlıklı olana kadar kimse sağlıklı değildir. Herkes özgür olana kadar kimse özgür değildir. Sağlık sistemlerinin temasta bulundukları herkese hizmet etmesi gerektiğini vurgulayan bu yaklaşım, çoklu-çözümün en cüretkar  ve karşı kültürel yönlerinden biridir. Önemli bir meselede “kazanmak” için “ortak fayda” arayışından daha derine iner; mesela, iş imkânları yaratarak temiz enerji kaynakları için daha fazla oy toplamak gibi. Çoklu-çözüm yaklaşımını benimseyenler, işçilerin refahının ve küresel iklimin korunmasının esas teşkil ettiğine vurgu yapar. Sorunları birlikte ele almak için bakış açılarını, deneyimleri, bilgiyi ve uzmanlığı birleştirmemiz gerekir. Uzmanlar ve vatandaşlar, sağlık görevlileri ve enerji alanında çalışanlar, seçilmiş yetkililer ve savunuculuk önderleri; herkes gereken çözümlerin bir parçasını elinde tutar.

2. Zorlu sorunları bütünleşik bir şekilde ele alarak başarıya ulaşabiliriz. Çoklu-çözüm yaklaşımını benimseyenler sorunların tek tek değil, birlikte çözülmesinin daha kolay olabileceğini hayal etmeye cesaret ederler. Sorunları daha küçük birimlere parçalamayı istemek doğal olsa da, çoklu-çözümün dehası birtakım müdahalelerin sorunları tek bir seferde nasıl çözdüğünü görmekte yatar. Japonya’da yenilikçi çözümler geliştirenler, Fukushima felaketinden sonra yaşanan enerji krizine, fabrika binalarını soğutarak enerji tasarrufu yaratan ve aynı zamanda şirket kafeteryalarına taze yiyecek sağlayan verimli, bitkisel perdelerle çözüm ürettiler. Hayalleri; enerji, sağlıklı gıda, ekonomi ve üzerine kurulmuştu.

3. Büyük çözümler küçük başlar; büyüme, öğrenme ve ilişki kurmadan doğar. İncelediğimiz projeler; ilişkilere, şansa dayalı bağlantılara ve ilham anlarına dayanan kendine özgü yollar aracılığıyla etki, bütçe ve ortaklıklar içerisinde büyüdü. Ama bu öngörülemeyen süreçlerin altında her proje, temelde, deneme, öğrenme ve etki dökümantasyonu ile ilişkilenmişti. Olası hikâyeler ile örülmüş bu ölçülebilen etkiler, çoğunlukla işe yeni ortak, sektör ve kaynakları çeken unsurları oluşturuyordu.

Üç uygulama

Kaynağını bu üç ilkeden alan benzer pratiklerin, çoğu zaman tekrarlar ve aylar ya da yıllar süren tekrar büyüme süreçlerinden geçerek, çoklu-çözüm yaklaşımını benimseyenler tarafından kullanıldıklarını gördük.

1. Dahil etme. Zorlu sorunları çözme girişiminde (ne kadar zeki ya da çalışkan olursanız olun), kendi başınıza ya da sizin gibi düşünen insanlar ile çalışarak gelişim kaydetme ihtimaliniz düşüktür. Ulaşım planlamacılarının sağlık uzmanlarını ekiplerine davet ettiklerini, şehir planlamacılarının çocuklarla beraber çalışarak güvenli okul yolu tasarladıklarını ve enerji uzmanlarının verimliliğini artırdıkları binalarda çalışanlara danıştıklarını gözlemledik. Sektörler arasında ortaklık gerektirecek bir projeye başlıyorsanız, yıllar geçtikçe, başta hiç hayal etmediğiniz insanlarla ve sektörlerle çalışacağınızı beklemelisiniz. Çoklu-çözümün önderleri, büyüme ve değişmeye götürecek rehberliği sağlayan yeni ortakları ve fikirleri sıcak karşılarken projenin ana vizyonuna da güçlü bir şekilde tutunmaya devam ederler.

2. Öğrenme ve dökümantasyon. Çoklu-çözüm projeleri öğrenmeye yatırım yapar ve bazen yön değiştirerek de olsa öğrendikleri üzerinden hareket ederler. Ölçüm sonuçlarının yöntemi ne olursa olsun, çoklu-çözüm projeleri etkilerini belgeler ve geniş alana yayılan faydanın ölçümünü yaparlar. Örneğin,  daha önce sözü geçen okul yolu programı; okula yürüyen çocukların ve araba yolculuklarının sayısını, trafik sıkışıklığını, aile başına düşen ulaşım giderini ve çocukların sağlık ve refahını ölçümlemiştir.

3. Hikâye anlatıcılığı. Mümkün olanın ve başarılanın hikayesini anlatmak, özellikle de bu hikâyeler projenin farklı faydaları hakkında veriler içeriyorsa, çoklu-çözüm çabalarına yeni partner ve kaynaklar sağlar. Warm Up New Zealand’ı (Isın Yeni Zelanda) ele alalım; soğuk ve rüzgar alan konutlar yüzünden hastalık riski taşıyan konut sakinlerinin evlerinde enerji verimliliği artışı sağlayan bir proje. Bu proje, enerji ve işe odaklanarak başladı ama akademik araştırmacıların oluşturduğu bir ekip kamu sağlığına dair faydalarını belgelendirerek sağlık departmanlarını ve hekimleri iş birliğine katılmaya teşvik etti.

Bu üç uygulama, projelerin birden fazla tur yaparak döndüğü doğal bir akışı oluşturur.

Görselin orijinali, yazar Elizabeth Sawin tarafından çizilerek SSIR makalesinin İngilizce aslında yayınlanmıştır.

Zorlu sorunlardan oluşan bir kümeyle başlayıp yukarıda sözü geçen üç ilkeyle yönlendirilen çoklu-çözüm projeleri, sürekli olarak yeni ortakları, öğrenmeyi ve sonuçları dökümante etmeyi sıcak karşılayan, mümkün olanın anlatısını yaratan tekrara dayalı bir süreç üzerinden, bilgelik, etki, kaynak ve  ortaklıkların genişliği bakımından yayılarak büyür.

Bu çoklu-çözüm ilkelerinin ya da araçlarının hiçbiri tek başlarına devrim niteliği taşımaz. İşlemek için yeni uygulamalara ya da en gelişmiş tekniklere ihtiyaç duymazlar. Çoklu-çözümü benzersiz kılan şey, bu ilkeleri ve uygulamaları büyük sonuçlar yaratmak için, zamana yayılarak bir araya getirmesidir.

Çoklu-çözüm için son malzeme, en önemlisi olabilir: cesaret. Özellikle güçlü, uzman liderlere ve hızlı sonuçlara önem veren kültürlerde bu yöntemi benimsemek cesaret gerektirir. Çoklu-çözüm; zorlu bir sorunla başlayıp diğer sorunları da baştan ele almak; marjinalleşmiş grupların haklarının başka bir amaç için geliştirilmiş bir stratejiden ziyade onlar için önemsemek; uzman statüsünü bir kenara koyup başkalarının bilgisine güvenmek ve insanların toplumu ve Dünya’yı iyileştirmek için birlikte çalışabileceğine ve çalışacağına inanmaya cesaret etmektir.

Araştırmamızdan çıkan iyi haber ise; karşılaştığımız zorlukların karışık doğasının, cesarete en çok ihtiyaç duyduğumuz anda onu çağırıyor olmasıdır. İnatçı sorunlar basit, semptomatik çözümlere direndiğinde, insanlar başka şekillerde beraber çalışmanın yollarını bulmak için kalplerini ve zihinlerini birleştiriyor, kalıcı bağlantılar kuruyor ve yeni çözümleri mümkün kılıyor.

 

Etki yatırımı demokratikleşiyor ve bundan marjinalleşmiş komüniteler de faydalanıyor.

Etki yatırımı demokratikleşiyor ve bundan marjinalleşmiş komüniteler de faydalanıyor.

Amerika Birleşik Devletleri’ndeki komünite yatırımıyla ilgili elde edilen ilk kapsamlı manzaraya göre, startup finansmanında çeşitlilik ve dahil etme artışta. Vakıflar ve etki yatırımcıları bu konuyu gözden kaçırmamalıdır.

Girişimcilik. Ekonomiyi besleyen yaratıcı enerji. Ayrıca derinleşen gelir uçurumunu ufaltmamıza yarayacak en etkili araçlardan biri. Ticari işletmeler uzun zamandan beri, en azından başlayabilecek kaynakları olanlar için, ekonomik hareketlilik ve refah yaratma amaçlı, bir yol sağlamıştır. Buna rağmen birçok yeni girişim, sermaye eksikliği yüzünden tükeniyor ya da yok oluyor. Bu; özellikle kadınlar, beyaz Amerikalılar haricindeki gruplar, kırsalda yaşayan girişimciler ve geleneksel modellere sahip olmayan sosyal girişimler için geçerlidir.

İstatistikler ortada: ABD’deki girişim sermayesi fonlarının üçte ikisi yalnızca üç eyalete ve bunların çoğu da beyaz erkekler tarafından yönetilen girişimlere gidiyor. Kadın yatırımcılar ve azınlıklar da melek yatırım ve banka kredisi ararken dezavantajlı konumdalar. Nüfusun büyük kısmını dışladığımız zaman hepimiz kaybederiz.

Söz konusu uçurumun nedeniyle ilgili açıklamanın bir kısmı insan doğasında yatıyor. Bize benzer insanları kayırmaya meyilliyiz (araştırmacılar bunu homofili olarak adlandırıyor). Kararları veren konumundaki kişiler, benzer sosyo-ekonomik arka plana sahip beyaz erkeklerse, sonuçlar fazlasıyla önceden tahmin edilebilir oluyor.

Bilinçsizce şekillenmiş önyargıların etkileriyle savaşmak yerine, onları dizginleyebilsek ne olur? Finansmanı sağlayan geleneksel eşik bekçilerini kaldırıp yatırım kararlarını topluma bıraksak ne olur? Finansmanı kimin vereceğini değiştirirsek, kimin alacağı da değişir mi?

Demokratikleşmiş finansman üzerine yapılan harika bir deney bu sorulara da ışık tutuyor. Federal ve eyalet yasalarındaki son değişiklikler, bütün Amerikalılara, inandıkları küçük işletme ve girişimlere yatırım yapma olanağını tanıdı. Şu ana kadar, yerel ya da kişisel değerlere bağlı olarak yatırım yapmaya yönlendiren dürtü, çok zenginler hariç herkes için zor bir karardı.

Jumpstart Our Business Startups (JOBS) yasasının son hükmü yaklaşık bir yıl önce yürürlüğe girdi ve daha şimdiden, girişimcilerin geleneksel eşik bekçilerini es geçerek; yatırım sermayesi için doğrudan müşterilerine, destekçilerine ve genel olarak topluma ulaşmasına olanak sağlayarak, fon manzarasını dönüştürmeye başladı.

Bu tür komünite temelli yatırımlar ekonomik ve profesyonel taahhütlere göre daha fazla niş alanlara, uzak kalan bölgelere ve küçük projelere fırsat tanıyabiliyor. Komünitenin, taahhüdü veren olarak, profesyonellikten yoksun kaldığı noktada ise bu yatırımlar, yerel zeka, empati, kapasite ve veri alışverişini sağlıyor.

Komünite Sermayesi 500

Arno Hesse ile beraber kurduğumuz, bir kamu faydası şirketi (Public Benefit Corp) olan investibule’da bu, tabandan gelen finansal devrim ile ilgili benzersiz bir görüş geliştirdik. Geçtiğimiz yıldan beri, bütün yatırımcılara açık – komünite sermayesi olarak adlandırdığımız- kitlesel fonlama teklifleri topluyoruz.

Komünite sermayesi, yaygın düzenlemeler, finansman türleri ve platformlarıyla ilgili geniş ve kapsayıcı bir görüş ile başladık. Bu, federal iş yasası kapsamında yürütülen öz kaynak, borç ve gelir paylaşımı tekliflerini, eyalet içi yasalarını (mümkünse) ve doğrudan gelen kamu tekliflerini kapsıyor. Ayrıca faizsiz krediler, ödüller ve “ön ödeme” fırsatları gibi tahvil harici yatırım araçlarını da içeriyor.

Net olmak gerekirse, banka işlemleriyle değil, 30’un üzerinde finansman platformundaki toplam tekliflerle ilgileniyoruz. Amaç, mal varlıklarından bağımsız bir şekilde, kişilerin inandıkları girişimlere yatırım yapma ve onları destekleme fırsatlarını keşfetmelerini kolaylaştırmak.

Finansmanın geleceğine dair bir fikir vermek açısından, yakın geçmişte, sitede 2016 Eylül ile 2017 Ağustos ortası arasında yer alan ilk 500 teklifi analiz ettik. Bunları Komünite Sermayesi 500 (KS500) olarak adlandıralım. Öğrendiklerimiz şöyle:

İşletmeler ve Coğrafi Çeşitlilik

KS500, işletmelerin enerjik bir karışımından oluşuyor. Teknoloji girişim sermayesi dünyasında hüküm sürerken, gıda ve içecekle ilgili girişimler, analiz ettiklerimiz arasında, hacim olarak, en uzakta kalanlardır. Perakende, sağlık ve bakım, tekstil, eğlence, ulaşım, medya ve müzik, eğitim ve hizmet odaklı işletmelerin hepsi bu karışımın bir parçasıdır.

investibule tarafından hazırlanan görsel, orijinal SSIR makalesinden alınarak Türkçe’ye çevrilmiştir.

Bu 500 girişim bir araya geldiğinde Amerikan yaratıcılığının tablosunu oluşturuyor. Bunlar, çok geniş çaplı bir endüstrinin parçalarıdır: merada yetişmiş sığır etinden, sırt roketine kadar uzanır. Aile şirketleri, kadınlar ve azınlıklar tarafından yönetilen girişimler, kooperatifler ve B Corp’lar da bu karışıma dahildir.

Geleneksel finansta olduğu gibi, ekonomik aktivitenin büyük kısmını bir avuç kıyı kenti temsil ediyor. Ama fonlar, Alabama, Wyoming ve Hawaii kıyıları dahil olmak üzere başka bölgeler arasında bölünüyor.

Küçük Çekler, Büyük Etkiler

 

investibule tarafından hazırlanan görsel, orijinal SSIR makalesinden alınarak Türkçe’ye çevrilmiştir.

İnsanlar bu işlere yatırım yapıyor. KS500’ün %68’i, Ağustos ayı ortası itibariyle asgari finansman hedefini ya da daha fazlasını başarıyla tutturdu. %12’sinin hala zamanı var. Bu rakamlar, melek yatırımcı ya da girişim fonu, hatta banka kredisi ararken çoğu işletmenin görebileceğinden çok daha iyi bir başarı oranını temsil ediyor.

KS500, 72.000’den fazla yatırımcıdan 52 milyon dolardan fazla para topladı (bu da fonlama kampanyası başına ortalama 161.000 dolar ve 234 yatırımcı eder). Teklifler, Kiva platformunda, 100.000 dolara kadar çıkan faizsiz düşük ölçekli kredilerden 1 milyon dolarlık hisseli kitlesel fonlar arasında değişiyor.

Açıkça görülüyor ki, komünite sermayesi, birçok yatırımcıdan gelen küçük bütçeli çekler aracılığıyla küçük işletmeleri ve girişimleri finanse ediyor. Bu çekler olmasaydı, bu tür girişimler geleneksel finansman çatlakları arasında kaybolup gideceklerdi.

Toplumsal Adalet

Veriler özellikle kadınlar ve siyahîler için umut vaat ediyor. Aslında komünite sermayesi, geleneksel önyargılı girişim sermayesi fonlarını alaşağı ediyor. Her ne kadar bir bütün olarak yetersiz temsil edilmiş olsalar da, KS500’de kadınlar ve azınlıkların sahibi olduğu işletmeler ortalamanın üzerinde bir performans sergiliyor: KS500’ün tümündeki %68’lik başarıyla kıyasladığımızda, kadın girişimcilerin %76’sı, azınlıkların ise %73’ünün başarılı bir şekilde fon topladığını görüyoruz.

investibule tarafından hazırlanan görsel, orijinal SSIR makalesinden alınarak Türkçe’ye çevrilmiştir.

Komünite sermayesi, Spotlight Girls kurucuları Lynn Johnson ve Allison Kenny gibi girişimcilere Kaliforniya merkezli Oakland’deki kız çocuklarının güçlenmesine yönelik programlarının ülke genelini kapsayacak kadar genişlemesinde yardım ediyor. Native American Natural Foods’a, Great Plains’e bufalolarını kazandırmasında ve Güney Dokata’nın Lakota halkına ekonomik canlılığı yakalamasında yardımcı oluyor. Ayrıca Century Partners’ın göz ardı edilmiş mahallerine Detroit canlılığını geri getirerek bölgenin sakinlerini ekonomik hayata katılmaya teşvik ediyor.

Spotlight Girls kurucuları Lynn Johnson ve Allison Kenny kızlarıyla birlikte. Spotlight Girls tarafından gönderilen fotoğraf orijinal SSIR makalesinde yayınlanmıştır.

Komünite sermayesinin ibresi toplumsal adalete doğru ve yalnızca doğru bağlantıları ile maddi güvenceleri olanlara değil, tüm insanlara hizmet eden bir finansal sistem kurmaya doğru kayıyor. Komünite üyelerine başarılarını (ya da duruma göre başarısızlıklarını) paylaşma imkânı sağlayan bu yeni finansman biçimi toplumların güçlenmesine, zenginlik oluşturmasına ve kârı yerelde tutmasına yardımcı olabilir.

Küresel Bir Fenomen

investibule’un verileri, kitlesel fonlamanın sözünü yerine getirerek, posta kodu, ten rengi ya da mezun oldukları okul ne olursa olsun, hak eden girişimcilerin sermayeye ulaşmasını mümkün kıldığına dair kanıtları çokluyor.

Bugüne kadarki en kapsamlı çalışma, PriceWaterhouseCoopers ve Crowdfunding Center tarafından yapıldı. Bağımsız Kadınlar (Women Unbound) adlı çalışmaları, Kickstarter ve Indiegogo da dahil olmak üzere dünyanın en büyük dokuz kitlesel fonlama platformundan 465.000 ödül tabanlı kitlesel fonlama kampanyasını analiz etti. Bu kampanyalar yeni ürün ya da iş geliştirmek için tohum  yatırımı arıyorlardı. Kampanyalar yatırım alanı dışında kalsalar da, destekçileri ve yatırımcıları motive eden dinamikler benzerdir.

Araştırmanın genelinde, kadınların önderlik ettiği kampanyaların erkeklerin önderlik ettiği kampanyalara oranla finansman hedeflerine ulaşmakta %32 daha başarılı oldukları görüldü. ABD’de kadınların başarı olanı %24 iken, erkeklerin başarı oranı %20. Ortalama en düşük finansman hedefi belirlemelerine rağmen kadın kampanyacılar bireysel destekçilerden daha yüksek teminat almayı başarmışlardır (kadınlar bir destekçiden ortalama 87 dolar alırken, erkekler 83 dolarda kalmaktadır).

Modeli Geliştirmek

Bireysel yatırımcıların ve komünitelerin hangi ölçüde yarar sağladığı henüz net olmasa da, eldeki ilk anekdot niteliğindeki bulgular bu girişimlerin iş imkânları yarattığını ve yatırımcılarla kârı paylaştığını gösteriyor.

Bütün bunlar olurken, diğer zorluklar devam ediyor: Bu yeni fonlama araçlarını bilinçli bir şekilde kullanma konusundaki farkındalığı nasıl artırabiliriz? Bu konuda yatırımcı ve girişimcileri nasıl eğitebiliriz? Komünite sermayesini, bundan faydalanabilecek ama yatırım için sınırlı kaynağı olan topluluklara nasıl ulaştırabiliriz? Yeni modellere mi ihtiyacımız var?

Bu sorunları düşündükçe, vakıflar, etki yatırımcıları, yerel yönetimler ve diğer paydaşlar hangi rolü oynayacaklarını kendilerine sorabilirler. Örneğin, hedef toplulukları içindeki fon kampanyalarına sosyal onay ya da mali destek sağlayabilirler mi? Bu tür iş birliklerinin örnekleri zaten var.

New York’ta Küçük Ölçekli İşletme Hizmetleri Bölümü (Department of Small Business Service) kadın girişimcileri desteklemek amacıyla küçük yatırımcılara fon sağlayan Kiva ile beraber bir ortaklık başlattı. Şehir, New York’ta yaşayan kadınların Kiva’dan istedikleri kredinin %10’unu, 3 yıl içerisinde en az 500 işletmeyi destekleme hedefiyle sağlayacak. Michigan Economic Development Corp. ise bugüne kadar Patronicity adlı ödül tabanlı yerel portal üzerinden kamusal finansman hedeflerini başarıyla yerine getiren komünite projelerine, her birine 50.000 dolara kadar olmak üzere, toplamda 4 milyon dolardan fazla hibe verdi.

Ortaya çıkan bu tabandan gelen fon modeli, vakıflar ve diğer etki oyuncuları için bir fırsat teşkil ediyor. Böylece yardım etmeyi amaçladıkları insanlarla etkileşime geçebilir ve “aşağıdan yukarı” doğru yayılan bir modeli deneyimleyebilirler. Bu toplulukların bilgilerinden faydalandıklarını fark edebilirler.

Sosyal İnovasyonu Yeniden Keşfetmek

Sosyal İnovasyonu Yeniden Keşfetmek

Sosyal girişimcilik ve sosyal girişim, dünyayı geliştirmeye çalışanlar için popüler bir buluşma noktasına dönüştü. Bu iki kavram olumlu anlamda kullanılmakla beraber, toplumsal değişimi, hakim olduğu tüm alanlarda anlatma ve yaratma konusunda yetersiz kalıyor. Makalenin yazarları, sosyal inovasyonun, bunu gerçekleştirmek için daha iyi bir araç olduğunu ortaya koyuyor. Ayrıca, günümüzün yenilikçi toplumsal çözümlerinin, neden kâr amacı gütmeyen kuruluşlar, kamu ve ticari işletmeleri ayıran geleneksel sınırları kestiğini de açıklıyorlar.

2003 yılının ilkbaharında, Stanford Graduate School of Business’ta bulunan Sosyal İnovasyon Merkezi, Stanford Social Innovation Review’ü (Stanford Sosyal İnovasyon Dergisi) yayınladı. İlk  “Editör Önsözü’müzde” sosyal inovasyon; “toplumsal ihtiyaç ve sorunlara yeni çözümler getirme, destek sağlama ve yaratma süreci” olarak tanımlandı. Aynı manifesto, yayının sosyal inovasyona yönelik özgün yaklaşımını da şöyle tanımlıyordu: “sınırları ortadan kaldırarak kamu, özel sektör ve kâr amacı gütmeyen sektörler arasında arabuluculuk yapan bir diyalog.”

Son 20 yılda, ticari fikirlerin ve uygulamaların, kâr amacı gütmeyen kuruluşlara ve kamu çalışmalarına uyarlanmasında bir patlama yaşadık1.  Bunun yanı sıra; kurumsal sosyal sorumluluk, kurumsal yurttaşlık (corporate citizenship) ve sosyal sorumluluğu ön planda tutan iş modeli çerçevesi içerisinde, şirketlerin, toplumsal değer yaratma amacını üstlenmelerini de izledik. Sektörler arası değiş tokuşun artığının bir göstergesi olarak, “sosyal” kelimesinin özel sektör kavramları ile birleşerek; sosyal girişimcilik, sosyal girişim ve tabii ki favori kavramımız sosyal inovasyon gibi yeni terimlerin çoğalarak türemesine tanık olduk.

Sosyal inovasyonun, kalıcı toplumsal değişimi anlamak -ve üretmek- için en iyi yapı olduğunu iddia ediyoruz. Daha açık ve net olabilmek adına, sosyal inovasyonun anlamını şöyle tanımlıyoruz: Toplumsal bir soruna yönelik geliştirilen, mevcut çözümlerden2 daha etkin, verimli, sürdürülebilir ya da adil olan ve yaratılan değerin bireylerden önce bir bütün olarak topluma kazandırıldığı yeni bir çözüm.

Örneğin, sosyal inovasyonun özünü ele alalım: mikrofinans (geleneksel finansal sisteme erişimi olmayan yoksul bireylere kredi, tasarruf, sigorta ve diğer finansal hizmetlerin sağlanması). Mikrofinans, yaygın ve kontrol edilmesi zor olan yoksulluk sorunuyla mücadele eder: Milyarlarca insan, yoksulluktan kurtulmalarını sağlayacak faaliyetlere yatırım yapacak sermayeye erişemedikleri için, geçim sıkıntısı döngüsünde sıkışıp kalıyor. Mikrofinansın genel etkisi ve faydasıyla ilgili sorulara rağmen, birçok insan, mevcut çözümlerden2 daha etkili, verimli, sürdürülebilir ve adil olduğuna inanıyor. Bunun yanında, istisnalar olsa da, mikrofinans kurumları tarafından yaratılan finansal değerin büyük bir kısmı bireysel girişimciler ya da yatırımcılardan ziyade yoksullara ve kamuya fayda sağlıyor.3

Bu makalede, sosyal inovasyon tanımımıza nasıl vardığımızı ve bunun sosyal girişimcilik ile sosyal girişim gibi terimlerden neden daha yararlı olduğunu düşündüğümüzü açıklıyoruz. İlerleyen bölümlerde; sektörler arasında paranın, fikir, değer, rol ve ilişkilerin serbest akışının çağdaş sosyal inovasyonu nasıl körüklediğini anlatıyoruz. Son olarak; sektörler arasındaki engelleri ortadan kaldırmaya devam etmenin yollarını ve bu sayede çağımızın kritik toplumsal sorunlarına yeni ve kalıcı çözümler getirmeyi öneriyoruz.

Sosyal Girişimcilik ve Sosyal Girişimde Sınırlar

2006 yılında, Norveç Nobel Komitesi, Nobel Barış Ödülü’nü mikrofinansın öncüleri Muhammed Yunus ve Grameen Bank arasında eşit bir şekilde bölüştürdü. Sosyal girişimciliğin savunucuları, Yunus’un başarısını kutlarken, onun gibileri nasıl tanıyıp destekleyeceklerini anlamaya yönelik uzun süredir devam eden çabalarını ikiye katladılar. Bu sırada, sosyal girişimin savunucuları (toplumsal fayda sağlayan kuruluşlarla ilgili alanlarda çalışanlar) Grameen Bank gibi kendi kendini idame ettiren ve toplumsal fayda sağlayan kurumların nasıl tasarlanacağını, yönetileceğini ve finanse edileceğini anlamaya çalışıyorlardı.

Ancak Yunus’un geliştirilmesine yardım ettiği ve Grameen Bank’ın sunduğu sosyal inovasyon, mikrofinanstır. Mikrofinansın, Muhammed Yunus ve Grameen Bank ile birlikte dikkate alınmayı hak ettiğine inanıyoruz. Sadece kişi veya kurumdan ziyade, inovasyonun kendisine odaklanarak, bu alandaki mekanizmalar hakkında daha net fikir sahibi olabiliriz. Oxford İngilizce Sözlüğü bu mekanizmaları; olumlu bir toplumsal değişim ile sonuçlanan “sıralı olaylar dizisi” ya da “karmaşık bir süreçteki bağ[lantı] parçaları” olarak tanımlıyor.4

Sosyal girişimcilik ve sosyal girişim alanlarını daha yakından inceleyelim: Yakın bir alan olarak nitelendirilebilecek girişimcilik alanı gibi, sosyal girişimcilik de, yeni kuruluşları kuran bireylerin kişisel nitelikleri üzerinde odaklanır ve cesurluk, hesap verebilirlik, beceriklilik, hırs, dayanıklılık ve herkesçe kabul edilenin dışında hareket edebilme gibi özelliklere değer verir.5

Buna karşın, sosyal girişim alanı,  kuruluşlara daha çok odaklanır. Her ne kadar bazı çalışma alanları, toplumsal fayda amaçlayan kuruluşların yönetimi gibi daha geniş konuları ele alsa da, sosyal girişimler üzerindeki araştırmaların çoğu, ticari faaliyetlere, gelire ve geleneksel sosyal hizmet programlarına mali ve operasyonel destek veren kâr amaçlı girişimlere odaklanmaktadır.6

Sosyal girişimcilik ve sosyal girişim terimlerinin her ikisinin de kökü kâr amacı gütmeyen sektörde yatar. Bunun bir sonucu olarak da, etki alanlarını, kamu ve ticari şirketleri dolaylı bir biçimde ya da doğrudan dışında tutarak, kâr amacı gütmeyen kuruluşlarla sınırlandırırlar.7 Konu üzerinde çalışan akademisyenler her ne kadar alanda hakim olan sosyal girişimcilik ve sosyal girişim kavramlarını yaygınlaştırmak için üstün çabalar harcamış olsalar da, emeklerinin konuyla ilgilenen gruplar ve fon verenlerin üzerinde çok az etkisi olmuştur.8

Sosyal girişimcilik ve sosyal girişim alanlarında neredeyse herkesin temel amacı toplumsal değer yaratmaktır (bu terimi daha sonra tanımlayacağız). İnsanlar bu alanları, daha büyük hedeflere ulaşmak için yeni yollar sunmaları sebebiyle benimsedi . Ancak bu alanların, bahsedilen hedeflere ulaşmak için tek ve kesinlikle her zaman en iyi yol olduğu söylenemez. Sosyal girişimciler elbette değerlidir; yenilikçi yol ve imkânları görürler, oturmuş kurumların isteksiz olduğu zamanlarda bile bu yeni yolları denemeye hazırdırlar. Girişimler de önemlidir çünkü inovasyonu mümkün kılarlar. Ama nihayetinde, inovasyon demek, toplumsal değer yaratmak demektir. İnovasyonu, sosyal girişimcilik ve sosyal girişimler dışında çalışan insanlar ya da kurumlar da getirebilirler. Özellikle, büyük ve yerleşik sivil toplum kuruluşları, işletmeler ve hatta devletler de sosyal inovasyonlar üretirler.

Buna ek olarak, sosyal inovasyon kavramı, kabul görmüş akademik literatürde, inovasyon kavramı üzerinden kurulmuştur. Girişimcilik üzerine yapılan araştırmayla kıyaslandığında, inovasyon üzerine yapılan araştırma, kavramlarını daha açık ve tutarlı bir şekilde tanımlamaktadır. Sonuç olarak, bu araştırma, toplumsal değişim yaratmanın yeni yolları hakkında bilgi oluşturmak için daha güçlü bir temel sağlar.9 Öyle ki, girişimciliğin en önemli figürlerinden biri olan Avusturyalı iktisatçı Joseph Schumpeter’ın bile girişimcilerle ilgilenmesinin tek nedeni inovasyondur. Klasikleşmiş eseri Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi’de, girişimcilikle ilişkilendirdiği “yaratıcı yıkım”; öncelikle, ekonomik büyüme için bir araçtır. Yenilikçi bir bakış açısı aracılığıyla, olumlu toplumsal değişim arayışının incelenmesinin avantajı, bu bakış açısının toplumsal değerlerin kaynağı hakkında agnostik olmasıdır. Sosyal girişimcilik ve sosyal girişim kavramlarından farklı olarak, sosyal inovasyon dendiğinde, sektörleri, analiz seviye ve süreçlerini (değişimin stratejileri, taktikleri ve teorilerini) keşfetmeye yönelik yöntemleri aşan bir kavramı düşünmeliyiz. Sosyal inovasyon, gerçekten de, daha fazla sosyal girişimciyi bulmayı ve eğitmeyi, bununla beraber onların oluşturdukları kuruluş ve girişimleri desteklemeyi gerektirebilir. Ancak, kesinlikle toplumsal meselelere çözüm üreten koşulların anlaşılmasını ve geliştirilmesini de beraberinde getirecektir.

İnovasyon Nedir?

Sosyal inovasyonu daha açık bir şekilde tanımlamak için, önce inovasyonun anlamına daha yakından bakmalı, sonrasında ise “sosyal”in ne ifade ettiğini incelemeliyiz. İnovasyon hem bir süreç hem de bir üründür. Bu doğrultuda, inovasyon kavramı üzerine akademik literatür iki farklı akıma ayrılmıştır. Bir akım, bireysel yaratıcılık, örgütsel yapı, çevresel bağlam ve sosyal ve ekonomik faktörler gibi inovasyon üreten örgütsel ve toplumsal süreçleri araştırır.10 Diğer akım ise inovasyona, yeni ürünler, ürün özellikleri ve üretim yöntemlerinde kendini gösteren bir sonuç olarak yaklaşır. Bu ikinci araştırma dalı, inovasyonun kaynaklarını ve ekonomik sonuçlarını incelemektedir.11

Bu alandaki uygulayıcılar, mevzuat geliştirenler ve fonlayanlar da, aynı şekilde, süreç olarak inovasyon ve sonuç olarak inovasyon arasındaki farkı göz önünde bulundururlar. Süreç açısından bakıldığında, inovasyon alanındaki uygulayıcıların, nasıl daha fazla ve iyi inovasyon üretileceğini bilmeleri gerekir. Benzer şekilde, mevzuat geliştirenler ile fonlayanlar da inovasyonu destekleyen bağlamların nasıl tasarlanacağını bilmelidir. Ve sonuç açısından bakıldığında da, herkes hangi inovasyonun başarılı olacağını önceden bilebilmeyi ister.

Bir sürecin ya da sonucun inovasyon olarak değerlendirilebilmesi için, iki kriteri karşılaması gerekmektedir: Bunlardan ilki yeniliktir: Her ne kadar inovasyonların mutlaka orijinal olması gerekmese de, kullanıcı, içerik veya uygulama için yenilik getirmelidir. İkinci kriter ise gelişimdir. Bir sürecin ya da sonucun inovasyon olarak değerlendirilmesi için, bunların mevcut alternatiflerden daha etkili ya da verimli olması gerekir. Biz bu gelişim listesine daha sürdürülebilir veya daha adil olanı da ekliyoruz.

Sürdürülebilir olmaktan kastımız, hem çevresel hem de organizasyonel olarak devamlılık sağlayabilecek, yani uzun bir zaman boyunca çalışmaya devam edebilecek çözümlerdir. Örneğin, petrol sondajı veya balıkçılık gibi doğal kaynak kullanımı ile yoksulluğa getirilen bazı çözümler, kısıtlı kaynaklar nedeniyle, doğal olarak sınırlandırılmıştır. Bir sosyal inovasyonun bu yönlerden sadece birinde daha iyi olması gerektiğini belirtmek için “veya” kelimesini kasten kullanıyoruz. Bazı tanımlar önemsiz ve küçük inovasyonları dikkate almazken, bazıları da marjinal ve radikal inovasyonları birbirinden ayırıyor.12 Biz, gelişimin boyutunu tanımımızın bir parçası olarak belirtmiyoruz. Bu tür yargıların son derece öznel olduğunu ve boyutun süregelen bir değerler kümesinde ele alınması gerektiğini düşünüyoruz.

Diğer inovasyon kavramları, yaygın olmayan ya da benimsenmeyen yaratıcı çözümleri dışlar. Halbuki, inovasyonların yaygınlaşma ve benimsenme süreçleri onları oluşturan süreçlerden ayrı tutulmalıdır. Dvorak klavyesi gibi bazı üstün ürünler, işlevsellikleriyle pek ilgisi olmayan nedenlerden dolayı yaygınlaşamamıştır.13 Benimsenen ve benimsenmeyen inovasyonlar arasındaki farkları açıklamak için, inovasyonun içerisine benimsenme ve yaygınlaşma özelliklerini yerleştirmeyen bir tanıma ihtiyacımız var.

Özetlemek gerekirse, dört farklı inovasyon unsurunu ayırt etmek gerekmektedir: Birincisi; teknik, toplumsal ve ekonomik faktörleri içeren yeni bir ürün ya da çözüm üretme ya da yaratma süreci. İkincisi; ürün ya da icadın kendisi -sonucu inovasyon olarak adlandırıyoruz. Üçüncüsü; daha geniş bir kullanım alanına yayılması için inovasyonun yaygınlaşması ya da benimsenmesi. Dördüncüsü; inovasyon tarafından yaratılan nihai değer. Bu akıl yürütme bize sosyal inovasyon tanımımızın ilk yarısını verir: Bir toplumsal sorun için üretilen, mevcut çözümlerden daha etkili, verimli, sürdürülebilir ya da adil yeni bir çözüm.  (Bir sonraki sayfada neyin toplumsal bir sorun olduğunu açıklıyoruz.)

Sosyal Girişimcilik: Kavram Tanımı

Sosyal Girişimcilik: Kavram Tanımı

Sosyal girişimcilik, artan miktarda yetenek, para ve ilgi çekiyor. Fakat artan popülerliğinin yanı sıra sosyal girişimcinin ne anlama geldiği ve neler yaptığı konusu belirsizliğini koruyor. Sonuç olarak her türlü faaliyet, günümüzde sosyal girişimcilik şeklinde adlandırılıyor. Bazıları, daha kapsayıcı bir terimin uygun olacağını öne sürerken yazarlar, daha kesin bir tanım yapılması gerektiğini öne sürüyorlar.

 

Yeni ortaya çıkan sosyal girişimcilik hızla büyürken her geçen gün daha fazla sektörün ilgisini çekmektedir. Söz konusu terim başlı başına sıklıkla kullanılmakta, kamu görevlileri tarafından tercih edilmekte, üniversite kampüslerinde yaygınlaşmakta ve Ashoka, Schwab ve Skoll Foundation gibi kuruluşlar da dahil olmak üzere birçok önemli sosyal sektör organizasyonunun stratejisini açıklamaktadır.

Sosyal girişimciliğin bu kadar popüler olmasının arkasında birçok faktör bulunmaktadır. En temel düzeyde girişimciler ve işlerini niçin ve nasıl yürüttükleri hakkında kulağa ilginç ve cazip gelen bir algı söz konusudur. İnsanlar, Steve Jobs gibi ticaret girişimcilerini etkileyici bulmaları ile aynı nedenlerle geçen yılın Nobel Barış Ödülü’ne layık görülen Muhammad Yunus gibi sosyal girişimcilere ilgi göstermektedirler – bu olağanüstü kişiler parlak fikirler ileri sürerler ve tüm olumsuzluklara rağmen insanların yaşamlarını büyük ölçüde iyileştiren yeni ürün ve hizmetler geliştirirler.

Fakat sosyal girişimciliğe duyulan ilgi, insanların popülerlik ve çekicilik olgusunu gölgede bırakmaktadır. Sosyal girişimcilik, toplumsal değişime girme zorunluluğuna işaret etmektedir ve bu alan ile uygulayıcıları birbirinden ayıran da topluma yönelik uzun süreli ve dönüşümsel fayda potansiyelidir.

Sosyal girişimciliğin içerdiği olası faydalar bu faaliyetleri tanıtan ve finanse eden birçok kişi tarafından bilinse de, sosyal girişimcilerin bu önemli dönüş sırasını oluşturmak için ne yaptıklarına dair gerçek tanım hala belirsiz bir nitelik taşımaktadır. Bunun sonucunda sosyal girişimciliğe öylesine kapsamlı bir anlam yüklenmiştir ki söz konusu terim, toplumsal açıdan faydalı tüm faaliyetleri içeren bir kavram haline gelmiştir.

Bu geniş kapsamlılık, bazı açılardan olumlu etkiler yaratabilir. Sosyal sektöre çok çeşitli kaynaklar ayrılırsa ve aksi halde yeterli finansman bulamayacak olan birçok alan, sosyal girişimcilik olarak kabul edilmesi nedeniyle destek alacaksa kapsamlı bir tanım kullanılması faydalı olabilir. Fakat bizler, bunun hatalı bir varsayım ve riskli bir bakış açısı olduğu görüşündeyiz.

Sosyal girişimcilik, özellikle önemli bir taahhüt içermesi nedeniyle cazip gelen bir kavramdır. Tanıma “girişimcilikle ilgili olmayan” birçok faaliyet dahil edilmesi nedeniyle söz konusu taahhüt yerine getirilmezse sosyal girişimcilik itibarını kaybedecek ve gerçek sosyal girişimciliğin özü yitirilecektir. Bu tehlike nedeniyle sosyal girişimciliğin daha kesin ve herhangi bir faaliyetin bu kapsama girip girmediğini belirlememize olanak tanıyacak şekilde tanımlanması gerektiğine inanıyoruz. Burada amacımız, geleneksel toplumsal hizmet kuruluşları tarafından yapılan katkılar ile sosyal girişimciliğin sonuçları arasında haksız bir karşılaştırma yapmak değil; bu iki kavramı birbirinden ayıran hususların altını çizmektir.

Kesin bir tanım yapabilirsek sosyal girişimciliği destekleyenler, kaynaklarını somut ve belirlenebilir bir alan inşa etmeye ve güçlendirmeye yönlendirebilir. Bu disiplin sağlanmadığında sosyal girişimcilik taraftarı olan kimseler, şüpheleri hedef olarak algılama riskini göze alacak ve şüpheciler de toplumsal yeniliğe ve yeniliğe olanak tanıyan kişilere itibar etmeyeceklerdir.

Devrimsel İnovasyon Süreçleri

Devrimsel İnovasyon Süreçleri

Kâr amacı gütmeyen kuruluşlar, kamusal gruplar ve yardım kuruluşları toplumsal meselelerin üstesinden geniş kitleleri dahil eden katılımcı süreçler yoluyla gelme yaklaşımını benimserler. Fakat bu girişimlerin ancak küçük bir kısmı cesur inovasyonlar ve güçlü çözümlerle sonuçlanır. Peki devrim yaratacak inovasyonlara nasıl ulaşılır?

 

Son otuz yılda iş birliğine, açık inovasyona ve kitlelerin katılımına ilgi çığ gibi artmıştır. Birçok şirket ürün ve hizmetlerini kapalı, tepeden inme ve tek bir kişinin uzmanlığına bağlı süreçlere dayalı modellerden uzaklaşarak daha açık, kitlesel kaynaklardan faydalanan ve kullanıcı odaklı stratejilere yönelmektedir. Kâr amacı gütmeyen kuruluşlar, kamusal gruplar ve yardım kuruluşları da günümüz dünyasının giderek karmaşıklaşan meselelerini ele alırken katılımcı süreçleri sahiplenirler.

“Katılımcı süreçler” oldukça hip bir yaklaşım olsa da cesurca katılımcı stratejiler yürüten organizasyonların sayısı görece azdır. Tasarım yarışmalarından ve açık inovasyon süreçlerinden doğan sonuçları içtenlikle kutlarken maalesef görüyoruz ki bu sonuçların çok azı sistemsel bir değişim yaratmakta ya da bu sistemi temelden sarsmaktadır. Katılımcı süreçlerin inovasyon sürecinde önemli birer araç olması yaygın inancına rağmen temel problem çözme yapılarına nadiren meydan okurlar. Tüm bunlar olurken, iklim değişikliği, eşitsizlik ve yoksulluk gibi meselelere çözüm getirmenin temel yolu olarak neredeyse her konuya yaklaşımımızı baştan yeniden oluşturacak tasarımlara çok ihtiyaç duyulmaktadır.

Kâr amacı güden ve gütmeyen kurumlarla katılımcı süreçlere dair yürüttüğümüz 2 yıllık disiplinlerarası çalışma sonucunda, bu katılımcı süreçlerin yalnızca küçük bir kısmının -söz konusu yaklaşımların sunduğu inovasyon olanakları bir yana- katılımcıların ihtiyaç ve öncelikleriyle paralel, sistemsel değişimler ürettiğini gördük. Katılımcı süreçlerin büyük bir kısmının vaat ettiklerini gerçekleştirmekte, potansiyellerini kullanmakta neden başarısız olduklarını merakıyla bu konuyu araştırmaya başladık.

Katılımcı uygulamalarda farklı karar verme süreçlerinin nasıl işlediğini görmek adına diğer birçok alanla beraber şehir planlama, organizasyonel tasarım, eğitim, kamu sağlığı ve teknoloji alanlarını detaylıca inceledik. Aratırmalarımızda, yaratıcı üretim ve karar alma süreçlerine birbirinden farklı çok sesi dahil eden katılımcı çalışmaların, çıkacak sonuçlara dair önyargıları yıkıp yıkamayacağı merak ediliyordu. Başka bir deyişle, bu katılımcı denemeler statükoyu sarsmayı başaracak mıydı? Bu sorunun yanıtının “evet” olduğunu gördük.

Devrimsel İnovasyon: Tanımı

Bu araştırma kapsamında, çok çeşitli alanlarda çalışan farklı grupların katılımcı süreçlerinde “karar vericiyi” kasten değiştirdiğini ve böylece, ilgili alanda statükoyu zorlayıcı, daha parlak sonuçlar elde ettiklerini tespit ettik. “Devrimsel inovasyon” olarak adlandırdığımız bu olgunun iki örneğini aşağıda görebilirsiniz:

2005 yılında New Orleans’ta Katrina Kasırgası’nın ardından geleneksel planlama yaklaşımları, çeşitli kurtarma planlarını, federal kurtarma bütçesinin devreye alınması için bölge sakinlerinin kararlaştıracakları tek ve bütünleşik bir çerçeveye dönüştürememişti. Yerel bir mimari ve planlama firması, alternatif bir sürece öncülük etti. Concordia isimli bu firma, 9,000’i aşkın New Orleans sakinini hangi tasarımların nasıl uygulanması gerektiğini belirlemek amacıyla araştırmacı, tasarımcı ve karar verici olarak doğrudan sürece dahil etti. Bunun sonucunda, yalnızca yedi ayda hazırlanan Birleşik New Orleans Planı, resmi kurtarma planı olarak kabul edildi ve New Orleans sakinlerinin son on yıl içerisinde kaydettikleri yeniden canlanmada kritik bir rol oynadı.

2013 yılında San Francisco’da bulunan California Üniversitesi Kardiyoloji Bölümü eKalp Sağlık Çalışması kullanıma sundu. Çalışmayı yürütenler, kalp rahatsızlığı olan kişilerin diğer hastalarla, araştırmacılarla, doktorlarla ve diğer sağlık hizmeti sağlayıcılarıyla iş birliği yapmalarını sağlayan “hasta odaklı bir araştırma ağı” kurmak amacıyla, konuyla ilgili savunuculuk faaliyeti yürüten birçok kurumla1 birlikte çalışarak, geleneksel yaklaşımlardan radikal bir şekilde ayrılan bir yaklaşım benimsediler. eKalp Sağlık Birliği hastaların yaşam kalitesini iyileştirecek beklenmedik öğrenimlerin elde edildiği, tümüyle fonlanmış araştırmalarla sonuçlanan zorlayıcı soruları da beraberinde getirmiştir.

Bu vakaların her biri devrimsel inovasyonun birer örneğidir. Aşağıdakileri karşılayan grupları devrimsel inovasyon aktörleri olarak tanımlıyoruz:

  • Ele alınan sistemin ihtiyaçlarına ve olanaklarına uygun tasarımlar oluşturmak.
  • Konsept tasarımdan uygulamaya hızlı geçiş sağlayan ve geniş kapsamlı çözümler üretmek.
  • İktidar dengelerinde, daha fazla yenilikçinin dahil oldukları sistem içinde harekete geçmesini sağlayacak, bir değişim yaratmak; öyle ki bu dengeleri, çok daha fazla sayıda aktörün yaratıcı liderlik rolünü üstlenebilmesini sağlayacak biçimde, kalıcı olarak değiştirmek.

 

Bu çalışmanın tutarlı bir özelliği de etkisinin, yarattığı gerçek planın, ürünün veya programın ötesine geçmesidir. Sürecin kendisi, ona dahil olan kişileri ve sistemleri dönüştürür ve gelecek inovasyonlar için yaratıcı kapasitelerini artırır.

Bu denli devrimsel sonuçlar üreten aktörlerin, kendi alanlarında alışılagelmiş yöntemlerin tamamen dışında, katılımcı süreçler kullandıklarını gördük. Aslına bakılırsa, katılımcı üretim sürecindeki (“kolektif etki”, “kitlesel kaynak kullanımı” ve “tasarım odaklı düşünme” gibi görünürde en yenilikçi yaklaşımları yüksek sesle sahiplenenler de dahil olmak üzere) büyük isimlerin çoğunun, özellikle iş iktidar, ifade ve mülkiyet konularında köklü bir değişim yaratmaya geldiğinde, statükoyu pek de sorgulamadıklarını görmek şaşırtıcıydı. Bunun yerine, devrimsel inovasyon aktörleri kendilerini dahil oldukları alanın kenarında tutma eğilimi gösterirler. Sistem teorisi perspektifinden bakıldığında bu eğilimin akla yatkın olduğu söylenebilir. Yazar David Bollier, uç noktalarda yaşayan kişilerin mevcut sistemlerin kısıtlamaları veya dayatmaları olmadan yeniliklere imza atabileceklerini ve bu sistem değişikliklerinin yalnızca uç noktalarda başlayabileceğini öne sürmektedir.2

Katılımcı süreçler yoluyla inovasyona öncülük eden uçlarda yaşayan aktörlerden ne öğrenebiliriz? Bu sorunun yanıtını aşağıdaki bölümlerde bulabilirsiniz.

Devrimsel İnovasyonun Beş Yöntemi

Araştırmamız, katılımcı süreçlere dahil olan veya bu süreçlerle ilgilenen 70’ten fazla kurumun incelenmesi ile başladı. Peşinden, devrimsel inovasyon olarak tanımladığımız alanlarda doğrudan çalışan 20 farklı kurumun dahil olduğu bir “ortak öğrenme” grubu oluşturuldu.3 Bu 20 aktörün arasında şirketler, kâr amacı gütmeyen kurumlar, sosyal girişimler, hayırsever vakıflar, etki yatırımcıları, yerel topluluklar ve toplumsal hareketler bulunuyordu.4

Her kurumun iş yapış biçimleri için kritik önem taşıyan, devrimsel invoasyona özgü yöntemleri belirlerken “birlikte öğrenme” grubuyla çalıştık. Çalışma alanı çokça çeşitlilik gösteren grubun tamamınca, şaşırtıcı bir biçimde ortaklaşılan beş yöntem saptandı. Devrimsel inovasyonun bu beş yönteminin kurumlara iş hayatının (ve hatta inovasyonun) alışılagelmiş kısıtlarından uzaklaşma yolu sunduğunda inanıyoruz.

Durumun, süreçlerde bu yöntemlerin ya tamamen var olması ya da hiç olmaması gibi siyah-beyaz olmadığını belirtmek gerek. Birlikte çalıştığımız 20 organizsyon bu yöntemlerden her birinin sürekli dengeyi bulmaya çalışmakla ilgili olduğunu vurgulamaktadır.

Yöntem 1: İktidarı Dağıtmak | Birçok kitlesel kaynak, açık inovasyon ve danışmanlık süreci paydaşlarının bir girdi sağlamasını beklerken, görece çok azı iktidarı dağıtır. İktidarı dağıtmak, karar alma, tasarlama, uygulama ve değerlendirme görevlerinin süreç katılımcıları arasında paylaştırılması anlamına gelir. Bunun yanında, tasarımcı ile tüketici, uzman ile faydalanıcı arasındaki keskin ayrımı dağıtır.

Onlarca yıldır yapılan katılımcı eylem araştırmaları, katılımcıların yalnızca denek olarak görülmedikleri aynı zamanda araştırmacı, analist ve karar verici olacağı şekilde iktidar paylaşıldığında öngörülerin büyük ölçüde artırılabileceğini göstermiştir.5 Tüketim teknolojisi sektöründeki katılımcı süreçlere dair yeni bir araştırma bu dinamiği doğrulamaktadır. Tüketicileri yeni bir logo tasarlamaya veya yeni modeller için fikirler öne sürmeye davet ederek geleneksel süreçlerini açan şirketler, en hızlı büyüyen ve pazar payını en hızlı edinen şirketlerdir.6

Biyomimikri çalışmalarında da görüyoruz ki iktidar tek bir doğal sistemde yoğunlaştığında, bu sistem açık ara daha az esnek ve daha hassas olma eğilimi gösteriyor.7 Bununla beraber, yakın zamanda elde edilen antropolojik bulgular, ilk insan topluluklarının bilgece karar almak ve sosyal yapılarının kemikleşmesini önlemek için yeni perspektifleri dahil etmek adına düzenli aralıklarla görev ve hiyerarşi yapılarını değiştirmiş olabileceklerinden bahseder.8

İktidarın dağıtılmadığı örneklerle günümüz inovasyon süreçlerinde sıklıkla karşılaşılır. İktidar dağıtımının aşırıya kaçması pek yaygın bir durum olmasa da risk teşkil eder. Organizasyonların iktidar paylaşımını herkesin eşit söz hakkına sahip olduğu açık oturumlar olarak görmesi durumunda, fikirbirliği ile girişilmiş bu deneyler yolunda gitmemiştir. Roller ve süreçler dikkatlice tasarlanmadığında iktidar paylaşımı karışıklığa, aksamalara ve hatta haksızlığa yol açabilir çünkü bir karardan en çok etkilenen kişilerin, o kararı alırken söz hakkı olmayabilir.

İktidar paylaşımına yönelik dengeli bir yaklaşım, Wisconsin Rapids, Wis’te bir devrim aktörü olan Incourage tarafından örneklendirilmiştir. Onlarca yıldır şehrin ekonomisi Konsolide Belgelere dayalıydı, fakat şirket 2000 yılında satıldığında halk işlerinin neredeyse %40’ını kaybetti ve ev işlerinden elde edilen orta düzey gelir, halkın motivasyonu ile birlikte düşüş gösterdi. Incourage eski adı Daily Tribune olan gazetenin genel merkezini satın aldı ve binanın gelecekteki kullanımını bina sakinlerine bıraktı. Incourage bünyesinde görevli Kristi Anderson bu hususta şu ifadelere yer vermiştir: “Tasarım sürecinde ve binanın ileriye dönük kullanımı kapsamında bina sakinlerinin mülkiyetini ve yetkisini koruduk.”

2012 yılına kadar 2.000’den fazla kişi tasarım sürecine katıldı ve Tribune binasını aktif bir biçimde şekillendirerek son haline karar verdi. İki yıllık tasarım süreci, toplumun farklı kesimlerine erişilmesini, bina sakinlerinin küçük gruplar halinde çalıştığı ve kendileri de bina sakini olan gönüllü moderatörler tarafından yönetilen aylık toplantıları, her bir aylık toplantıda geliştirilen fikirlerin titizlikle derlenmesini ve paylaşılmasını ve küçük grup yansıtmaları ve uzlaşma süreçleri ile birlikte önerilen fikirleri öncelik sırasına koymak amacıyla çok sayıda ölçme ve oylama yöntemi için kullanılan karar verme süreçlerini içeriyordu.

Planlanan, Tribune binasının toplum güçlendirici olarak işlev görmesi; çeşitli fırsatları, çevresel sürdürülebilirliği ve topluluğun faydasına olacak ilişkileri canlandırmasıydı. Binadan da önemlisi, tasarım ve karar alma süreçleri ile toplulukta dönüşüm ve liderlik kasının oluşturulmasıydı.

Aşağıda iktidarı paylaşmanın beş yolunu görebilirsiniz:

  • Sürece dahil olan kişiler ile birlikte söz konusu sorunu tanımlamak.
  • Projeye dair büyük resmi ve tüm kısıtları bütün oyuncularla paylaşmak.
  • Oyuncuların farklı rolleri üstlenebilmesini desteklemek adına özgün liderlik rollerini ve yapılarını desteklemek.
  • Yaratıcı girdinin tek bir merkezden dağılmasını teşvik eden bir ortam oluşturmak.
  • Kazancı paylaşan ortak mülkiyet modelleri de dahil olmak üzere mülkiyeti paylaşmak.