Kurumsal Sürdürülebilirliğin Sonraki Aşaması
Kurumsal sürdürülebilirlik epey yol kat etti. Öyle ki, kurumsal sürdürülebilirlik, modern çevre hareketinin doğuşu ve 1970’lerde çevre yasalarının yürürlüğe girmesinden beri piyasa güçlerinin yön verdiği stratejik bir mesele olmayı sürdürüyor. Günümüzde CEO’ların %90’ından fazlası işletmelerinin başarısı için sürdürülebilirliğin önemli olduğunu belirtiyor, şirketler ise sürdürülebilirliğe dair stratejiler benimsiyor, sürdürülebilir ürün ve hizmetler sunuyor, “sürdürülebilirlik yöneticisi” gibi pozisyonlar yaratıyor, ayrıca tüketiciler, yatırımcılar, aktivistler ve kamuoyu için sürdürülebilirlik raporları yayımlıyorlar.
Bu trend, yakın zamanda da düşüşe geçecekmiş gibi görünmüyor. Araştırmalar, işletme okuyan öğrencilerin %88’inin toplumsal ve çevresel konulara dair bilgi sahibi olmaya öncelik verdiğini, %67’sinin ise gelecekteki işlerine çevresel sürdürülebilirliği dahil etmek istediğini gösteriyor. Bu talebi karşılamak için öğrencilerinin işletme ve toplum üzerine bir ders almalarını şart koşan işletme okulu sayısı 2001-2011 arasında %34’ten %79’a yükseldi, ABD’deki en iyi 100 iş yönetimi yüksek lisans programının (MBA) %46’sı kurumsal sürdürülebilirliğe odaklanan özel programlar sunmaya başladı.
Bunca ilgi varken, dünyanın da daha sürdürülebilir hâle gelmesini beklerdik. Oysa iklim krizi, kuraklık, nesli tükenen türler ve diğer pek çok sorun daha da kötüye gidiyor. Kurumsal sürdürülebilirlik, mevcut hâliyle misyonunu tamamlamaya yakın. Krizlere yaklaşma hızımız azalsa da rotamız değişmiyor. İşletmeler yeni ürün ve hizmetlerle piyasaları kurcalamaya devam etmektense onları tamamen değiştirmenin bir yolunu bulmalı. İş sürdürülebilirliğinin bir sonraki aşaması bu, nitekim bunun gelişimine dair işaretler de görmeye başladık.
Piyasadaki değişikliklere karşı rekabetçi konumlandırmayı artırmak için sürdürülebilirliği mevcut işletme değerlendirmelerine entegre ederek cevap veren bir modele dayalı kurumsal sürdürülebilirliğin ilk aşamasını Michigan Üniversitesi’nin Erb Enstitüsü’nde “kurumsal entegrasyon” olarak adlandırıyoruz. Buna karşın “piyasa dönüşümü” adını verdiğimiz ikinci aşama, piyasayı dönüştüren iş modellerine dayanıyor. Bu aşamada şirketler, piyasa değişikliklerinin sürdürülebilir uygulamalar için inisiyatifler yaratmasını beklemektense kurumsal sürdürülebilirliğin yeni biçimlerine olanak vermek için bahsi geçen değişiklikleri bizzat yaratıyor.
Kurumsal entegrasyon bugünün başarı ölçülerine göre düzenlenmiş, piyasa dönüşümü ise şirketlerin yarının başarı ölçülerini yaratma imkânı sunuyor. İlki sürdürülemezliği azaltmaya, ikincisi sürdürülebilirliği yaratmaya odaklanıyor. İlki semptomlarla, ikincisi nedenlere ilgileniyor. İlki içe dönerek kuruluşun sağlığına ve zindeliğine odaklanıyor, ikincisi odağı dışarıya kaydırarak kuruluşun faaliyet gösterdiği piyasa ve toplumun sağlığına ve zindeliğine yöneliyor. İlki geleceğin liderlerinin günümüz piyasasında iş bulmalarına, ikincisi hayat boyu sürecek bir kariyer için hedef belirlemelerine yardımcı oluyor. İlki artışlara, ikincisi dönüşümlere dayalı.
İklim krizinin zorluklarına değinmek için iş yapma biçimlerimizi değiştirmek önemli. Piyasa yeryüzünün en güçlü kurumu, işletmeler de piyasanın içindeki en güçlü varlıklar. İşletmeler ulusal sınırları aşıyor, ayrıca pek çok ulus devletten fazla kaynağa sahipler. İşletmeler içinde yaşadığımız ve çalıştığımız binaları, yediğimiz yemeği, giydiklerimizi, sürdüğümüz arabaları, onları yürüten enerjiyi ve onların yerini alacak yeni hareketlilik biçimlerini üretmekten sorumlu. Bu yalnızca işletmelerin çözüm bulabileceği anlamına gelmiyorsa da düşünmeye, üretmeye ve dağıtmaya dayalı benzersiz güçleriyle değişimin gereken ölçekte olmasını en iyi onlar sağlayabilir.
SÜRDÜRÜLEBİLİR İŞLETMELER 1.0: KURUMSAL ENTEGRASYON
Kurumsal sürdürülebilirlik ilk olarak piyasadaki değişimle somutlaşıyor. Piyasanın baskıları, idari kanallar ve işlevler aracılığıyla sürdürülebilirlik konusunda işletmelerin dikkatini çekiyor. Nixon döneminde başlayan bu düzenlemeler, 1980’ler ve 1990’lar boyunca sigorta şirketleri, yatırımcılar, tüketiciler, tedarikçiler ve alıcıları kapsayacak şekilde genişledi. Bu tür piyasa baskılarının farklı kökenleri olabilmekte, örneğin: zorlayıcı etmenler (ulusal ve uluslararası düzenlemeler, mahkemeler), kaynağa dayalı etmenler (tedarikçiler, alıcılar, paydaşlar, yatırımcılar, bankalar, sigorta şirketleri), piyasa etmenleri (tüketiciler, meslek odaları, rakipler, danışmanlar) ve toplumsal etmenler (sivil toplum örgütleri, aktivist gruplar, basın, dini kurumlar, akademi).
Kurumsal sosyal sorumluluk bu tür baskılara verilebilecek bir cevap olsa da şirketler sürdürülebilirliği kurumsal stratejiyle bir araya getirerek rekabetçi konumlandırmaları geliştirmenin yollarını aradı. Bu da meseleyi iş idaresinin temel diline çevirmeyi kapsıyor: Operasyonel verimlilik, sermaye alımı, stratejik yön ve piyasa büyümesi. Her halükârda şirket, meseleyi kavramsallaştırıp cevap belirlemekte kullanabileceği bir modele sahip oluyor. Böylelikle sürdürülebilirlik, şirketler için piyasa beklentilerinin değiştiği ve teknolojik gelişmelerin hızlandığı, kimi endüstrileri uyum sağlamak ya da yok olmak arasında seçim yapmaya zorlarken başkalarını onların yerini almaya hazırlayan herhangi bir tehditten farksız hâle geliyor.
Örneğin sigorta şirketleri firma üzerinde sürdürülebilirliğe dair baskı kurduğunda, iş bir risk yönetimi meselesine dönüşüyor. Rakipler benzer baskılar uyguladığında, iş stratejik bir yön meselesine dönüşüyor. Yatırımcılar ya da bankalar yaptığında iş bir sermaye alımı ve sermaye maliyeti meselesine dönüşüyor. Tedarikçiler ve alıcılar yaptığında iş bir tedarik zinciri lojistiği meselesine dönüşüyor. Tüketiciler yaptığında ise iş bir piyasa talebi meselesine dönüşüyor. Bu terimlerle ifade edildiğinde sürdürülebilirliğin dili arka planda kalıyor, yerini temel işletme mantığı alıyor. Şirketler de bir yandan (iklim krizi gibi) kimi meselelerin bilimsel boyutlarıyla ilgili çekimser kalırken aynı zamanda onların birer ticari teşebbüs olarak önemini takdir edebilirler. Başarılı bir şirket de bu çeviri sürecini yerine getirdikten sonra sürdürülebilirliği mevcut yapı ve stratejilerine dahil eder.
Whirlpool’u ele alalım. Cihazların enerji verimliliğini geliştirdi, çünkü 1980’lerde tüketici önceliklerinde on ikinci sırada yer alan enerji verimliliğinin günümüzde fiyat ve performansın ardından üçüncü sıraya yükseldiğini gördüler. Whirlpool ve diğerleri bu büyümenin süreceğini öngörüyor. Bu büyümeye işaret eden en büyük etkenlerden biri, satın alım kararlarında çevresel özellikleri göz önünde bulunduran, 2016’da ABD’de 355 milyar dolarlık, dünyada ise 546 milyar dolarlık bir pazar oluşturan bir segment olan LOHAS (Lifestyles of Health and Sustainability – Sağlık ve Sürdürülebilirliğe Dayalı Hayat Tarzı) tüketicileri.
Bir diğer işaret, yatırım kriterlerine çevresel, toplumsal ve yönetimsel faktörleri dahil eden etki yatırımcıları. 2016’da sektörde 8,72 trilyon dolarlık aktif profesyonel olarak yönetiliyor, bu da profesyonel olarak yönetilen tüm yatırımların beşte birine denk geliyordu. Öte yandan bu tek sektörle sınırlı da değildi, geçen yıllarda BlackRock, Vanguard ve State Street adlı mali danışmanlık şirketleri ExxonMobil yönetimi aleyhinde oy kullandı ve şirketten iklim krizine dönük etkilerini paylaşmasını talep etti.
Bütün bunlar piyasanın değiştiğine ve değişmeye devam ettiğine dair işaretler. Günümüzde tüketiciler sürdürülebilir ürünler alabiliyor, sürdürülebilir otellerde kalabiliyor, sürdürülebilir yiyecekler yiyebiliyor, sürdürülebilir temizlik ürünleri kullanabiliyor. Piyasanın çevre ile bağını kuvvetlendirmesi iyi olsa da esas ele alması gereken sorunların köküne inmiyor. Daha sürdürülebilir hâle gelmesi gereken dünyamız giderek daha az sürdürülebilir hâle geliyor.
SÜRDÜRÜLEBİLİR İŞLETMELER 2.0: PİYASA DÖNÜŞÜMÜ
Kurumsal sürdürülebilirliği ana akıma yerleşirken, doğal çevre eşi benzeri görülmemiş, hayatın yaşanabilirliğini tehdit eden insan etkilerine şahit oluyordu. Bu değişikliğe işaret etmek için biliminsanları Holosen’den çıktığımızı ve gezegendeki 7,5 milyar insanın devasa etkisini kabullenen yeni bir jeolojik çağ olan Antroposen’e girdiğimizi belirtiyor.
Bu etkiyi ölçmek için de “altında insanlığın rahatlıkla faaliyet gösterebileceği, ötesinde ise gezegen ölçeğindeki sistemlere güvenilemeyecek eşikleri” temsil eden dokuz “gezegen sınırı” belirlemiş durumdalar. Lancaster Üniversitesi’nden işletme profesörü Gail Whiteman bunları gezegenin “Temel Performans Göstergeleri” (Key Performance Indicators – KPI) olarak adlandırıyor. Bu göstergelere göre gezegenimizin durumu hiç iyi değil. Göstergelerden biri (ozon tabakasının delinmesi) iyileşiyorsa da biliminsanlarına göre üç göstergede sınırı geçmiş durumdayız: İklim değişikliği, biyoçeşitlilik kaybı, biyojeokimyasal akışlar (nitrojen ve fosfor döngüleri). Okyanus asitleşmesi, tatlı su kullanımı ve ormansızlaştırma gibi kırmızı alarm veren göstergeler de var. Kalan iki sınırı (kimyasal kirlilik ve atmosfer parçacıkları kirliliği) değerlendirmek için ise daha çok veri gerekiyor. Tüm bu kesintiler büyük ölçüde piyasanın kurumları tarafından yaratılan sistemsel hataların sonucu. Bu sistemsel hatalara çözüm bulması gereken de bu kurumlar.
Neyse ki kapitalizme yön vermek mümkün olabiliyor. İnsanlar tarafından insanlara hizmet etmesi için tasarlandığı için onların değişen ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde evrilebiliyor. Geçmişte tekel gücü, danışıklı iş ve anlaşmalı fiyat sabitleme gibi meselelerde bunun olduğunu gördük. Bugünün acil ihtiyacı da (özellikle de iklim değişikliğinin üzerine eğilebilmek için) sürdürülebilirlik ve rotayı değiştirmek için kanun koyucuları beklemeye gerek yok. Bu durumun farkına varan pek çok şirket, yeni piyasa modelleri talep ediyor. Unilever eski CEO’su Paul Polman’ın dediği gibi “ilginç bir dönemdeyiz, topluma hizmet etme” rolünü devralan “sorumlu iş dünyası politikacıların önünden gidiyor.”
Kurumsal sürdürülebilirliğin bir sonraki aşaması piyasa dönüşümünü gerektirirken doğaya sınırsız malzeme kaynağı ve atık musluğu gibi davranmak, doğanın değerini ölçmek için tek kıstası ekonomik değer olarak görmek, ölçüsüz tüketimi teşvik etmek, sürekli ekonomik büyümenin mümkün olduğunu sanmak gibi çağdışı yaklaşımları gözden çıkarıyor. Bu geçişi kolaylaştırmak için kurumsal karar vericilere büyük bir rol düşüyor. Piyasanın mevcut kurallarını kabul etmektense onları gezegenin sınırlarına uyum sağlayacak şekilde değiştirmeliler. Örneğin iklim değişikliği göstergesini tersine çevirmek için piyasa önce karbon nötr, sonra da karbon negatif hâle gelmeli. Bunu nasıl yapacağımızı henüz bilmesek de tek şirket ya da ürün tarafından yapılamayacağını biliyoruz. Piyasaların tamamen değişmesi gerekiyor.
Gerçek sürdürülebilirlik sistemin bir özelliği. Örneğin bir enerji şirketinin rüzgâr santrali kurup kendisini sürdürülebilir olarak adlandırması pek de mantıklı değil. Daha sürdürülebilir bir enerji sistemi şebekenin tümünü; üretim, aktarım, dağıtım, kullanım ve devinimi kapsıyor. Yeni enerji kaynakları, dağıtılmış enerji, talep tarafı yönetimi, akıllı ev aletleri ve akıllı sayaçlar enerji algımızı değiştirirken bu değişimin işaretlerini şimdiden görebiliyoruz. Temiz enerji sektöründeki istihdam sayısı şimdiden petrol sondajı sektörünü geçmiş durumda.
Enerji rönesansı bununla da kalmıyor. Geceleri şarj olup gündüzleri rüzgâr ve güneş gibi kesintili enerji kaynakları için depolama imkânı sunarak elektrik talep eğrisini dengeleyen elektrikli araçlar şebekeyi değiştirme potansiyeli taşıyor. Japonya’daki bir Nissan Leaf sahibinin trafo satın alarak kesinti sırasında evine aküden elektrik vermesi şimdiden mümkün. Bunun ölçeğini büyütmek, tüketicilere arabaları park hâlindeyken pillerini başka uygulamalarda kullanılmak üzere kiraya vermelerine imkân sağlamak için araştırmalar sürüyor. Elektrikli araçlar otomobil sektörünü de dönüştürüyor. Tesla gibi oyuna yeni giren şirketlerin, General Motors’tan daha büyük bir piyasa değerine sahip olacağını 20 yıl önce kim tahmin edebilirdi?
Sürücüsüz araçlara geçiş süreci devam ederken kavgaya katılan Apple ve Alphabet gibi bilgi teknolojisi şirketleri, otomobil sektöründeki başarı kıstasını donanımdan yazılıma kaydırmanın yanı sıra devinime dair kişisel algılarımızı da değiştiriyor. Örneğin Ford Motor gibi şirketler bu alanda hizmet vermek istiyorsa araçlar olabildiğince az rölantideyken kârların arttığı havayolu endüstrisi gibi hareket etmeyi öğrenmeliler. Günümüzde hususi araçların zamanın %95’ini park hâlinde geçirdiğini düşünürsek, insanlar araba sahibi olmaktansa devinim hizmetlerini tercih ettikçe sürücüsüz araçlar yolda (en azından kent merkezlerinde) daha az araç olmasını sağlayabilir. Yolda daha az araç da gereksiz yolları, otoparkları, garajları, benzincileri başka bir amaçla kullanmak üzere değiştirmek anlamına gelir.
SİSTEMİK KURUMSAL STRATEJİLER
Enerji ve ulaşım sektörlerinde gördüğümüz gibi piyasa dönüşümünün devasa bir potansiyeli var. Bunu gerçeğe dönüştürmek için sürdürülebilirlik devriminin iki aşamadan ilerlediğini düşünebiliriz. İlkinde şirketler dahil oldukları sistemlerin sürdürülebilirliğini yönlendirmekte daha güçlü bir rol oynamak için iş stratejilerini yeniden gözden geçiriyor. İkincisinde ise iş modeli yeniden kavramsallaştırılıyor. İlk aşama operasyonlar, iş birlikleri, devletlerin katılımı ve şeffaflığa yaklaşımları tasarlamak için en az dört yeni yol içeriyor.
Operasyonlarda yeni fikirler: Piyasa dönüşümü iklim değişikliğinin yol açtığı şiddetli fırtınalara bağlı kesintiler; günümüzde ve gelecekteki kaynak erişilebilirliği ve fiyat değişkenliği; artan emisyonlar, kamu sağlığı ve çevre endişeleri; işletmeler ve sivil toplumun gelecekteki direnci gibi bir dizi etkene bağlı riskleri azaltmak için tedarik zincirlerini optimize etmeyi gerektiriyor. Bu riskler varlıkları ve operasyonları, girdilerin erişilebilirliği ve maliyetlerini, kaynak bulma ve dağıtımının düzenlenmesini, işgücü uygunluğu ve üretkenliğini, paydaşların itibarını doğrudan etkiliyor. Örneğin bir zamanlar bol bol bulunan bir kaynakken iklim krizi ve aşırı tüketim nedeniyle azalan suya erişilemediği için Nestlé, Coca-Cola, Cargill ve General Mills’in tedarik zincirleri sekteye uğradı.
Bu tür operasyonel sistemleri daha iyi yönetmek için şirketler ürünlerin üretildiği, kullanıldığı, hizmet ömürleri tükendiğinde de kenara atıldığı lineer modellerden ürünlerin üretildiği, kullandığı, sonra da tekrar kullanılabilecek enerji ya da malzemelere dönüştürülerek depolandığı ya da yeniden işlem gördüğü döngüsel modellere yönleniyor. Bu döngüsel ekonomi hayalinin en önemli noktalarından biri yenilenebilir olması; şirketlerin, bileşenlerin ve malzemelerin kullanımları ve değerlerini her zaman en yüksekte tutmak üzere düzenlenmiş.
Örneğin endüstri ve tüketici ürünleri şirketi Ricoh, 2050’ye dek imalat ihtiyacını karşılayacak makul fiyatlı pek çok hammaddeye erişiminin yetersiz kalacağını öngörüyor. Bunun sonucu olarak da karar verme sürecinin merkezine yaşam döngüsü analizini yerleştirerek iş modelini değiştiriyor; ürün tasarımı ve imalatı, yeniden kullanımı, bakımı ve malzeme iyileşmesi için “Akıllı Kaynak Çözümleri” adını verdiği bir seriyi hayata geçiriyor. Şirket bir yandan etrafındaki sistemi değiştirmek için enerji kullanımını, karbon ayak izini, işlenmemiş malzemelerin kullanımını azaltmaları için tüketicilerine yardımcı olurken ürünleri yenileştirmeye, geri dönüştürmeye ve yeni tasarımlar yapmaya dair fırsatlarını genişletiyor. Hedeflerin arasında işlenmemiş kaynak kullanımını 2020’de %25, 2050’de %87,5 azaltmak var. Döngüsel ekonomiye dayalı bir düşünce benimseyen Ricoh, artan verimlilik hedeflerinin ötesine geçerek “sıfır etkili” iş operasyonlarına yönelmek istiyor.
İşbirliklerinde yeni fikirler: Tedarik zincirinin ötesine geçen şirketler, sivil toplum örgütleri, devletler, rakipler ve ilgisizmiş gibi görünen şirketleri dahil ederek piyasayı değiştirmenin standart yollarının dışında kalan yeni iş birlikleri arıyor.
Örneğin hibrit ve elektrikli güç aktarma organlarıyla ilgili araştırma ve geliştirme çalışmaları ilerledikçe, Ford tüketicilerin daha elektriklendirilmiş hayatlar sürebileceğini fark etti. Infineon, SunPower, Whirlpool ve Eaton’la birlikte MyEnergi Lifestyle programını geliştiren Ford, toplam karbon ayak izini azaltmak için hibrit elektrikli araçların, güneş enerjili sistemlerin, enerji tasarruflu ev aletlerinin ve ev tasarımının nasıl bir araya gelebileceğini araştırmaya başladı. Toyota Motor da benzer şekilde 2050’ye dek araç operasyonlarında, imalatta, malzeme üretiminde ve enerji kaynaklarında karbondioksit salımını devreden çıkarmaya dayalı “sıfır çevresel etkinin ötesi” hedefine ulaşmak için farklı iş birlikleri arıyor.
Devletlerin katılımında yeni fikirler: İşbirliğine dayalı ve yapıcı lobicilik faaliyetleri üzerine ders veren pek fazla işletme okulu yok. Nitekim lobiciliğin genel anlamda olumsuz bir algısı mevcut. Öte yandan devletler piyasanın kurallarını belirlemek ve gerekli reformları gerçekleştirmek için yönlendirilmeye ihtiyaç duyduğu için lobicilik demokratik siyasetin temel faaliyetlerinden biri. Geleceği düşünen şirketler de politikaların oluşmasına yapıcı bir şekilde katılmanın yollarını arıyor.
Örneğin Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde kalay, tantal, tungsten ve altın madenciliğinin dehşetlerine dikkat çekmek konusunda Intel büyük bir rol oynadı. Şirket ihtilaflı madenleri bölgeden almayı tamamen durdurabilirdi, ancak yasal maden operasyonlarına zorluk yaratmak istemedi. Onun yerine Dodd-Frank Yasası’na elektronik endüstrisindeki maden kullanımının takibini ve şeffaflığını gerektiren düzenlemeler eklenmesine aracı oldu.
Bu tür örnekler pek de olağandışı değil. Şirketler, hidroflorokarbonun ısı kapanına dönüşmesini kademeli olarak sonlandırmak ve kamyonlara yeni verimlilik standartları getirmek için de devletlerle birlikte çalışıyor. Ayrıntıların hazırlanmasına yardımcı olan büyük şirketler olmasa iklim değişikliğine karşı Paris Antlaşması imzalanamazdı. Bu örneklerin her birinde işletmeler politikalar aracılığıyla piyasada sürdürülebilir bir dönüşüme imza atmak için sorumluluğu merkeze alan duruşlar sergiledi.
Şeffaflıkta yeni fikirler: Piyasa dönüşümünün mümkün olmasının tek yolu güvenden geçiyor, güven de yalnızca şeffaflığın artmasıyla sağlanabilir. Kurumsal hayatın topluma etkisi, özellikle de devletle ilişkilendiği noktada kimilerini haklı olarak rahatsız edebilir. Öte yandan güçlü raporlama mekanizmaları bu korkuları yatıştırmaya yardımcı olurken şirketleri de görevi kötüye kullanmanın hukuki sorumluluk ve para cezaları gibi sonuçlarından korur. Elbette şirketler Global Reporting Initative (Küresel Raporlama İnisiyatifi) ve Carbon Disclosure Project (Karbon Şeffaflık Projesi) gibi bir dizi küresel standart aracılığıyla sürdürülebilirlik göstergelerini hâlihazırda paylaşıyorlar. Öte yandan şirketler hem kuruluş içi yönetim hem de aktivistlerin, yatırımcıların, tedarikçilerin, alıcıların, çalışanların ve tüketicilerin gözetimi altındayken dışarıdaki geçerliliğini korumak adına gün geçtikçe artan veri talepleriyle karşı karşıya olduğu için şeffaflığın kapsamı da genişliyor. Bu tür bilgileri toplamak ve dağıtmak, tedarik zincirlerindeki risk ve fırsatlara dair yeni farkındalıklar yaratıyor.
Örneğin IBM ve ortakları, karmaşık, çoğunlukla şeffaf olmayan tedarik zincirlerindeki görünürlüğü ve takip edilebilirliği geliştirmek için blok zinciri teknolojisini kullanmayı deniyor. Küresel tedarik ve dağıtım ağındaki gıda güvenliğine eğilmek için 2017’de Walmart’la blok zinciri teknolojisini ilk kez deneyen IBM, bunu dokuz küresel tarım şirketine yaymayı planlıyor. Bir diğer örnek, 2014’te Tayland’daki balık tedarik zincirini teftiş eden ve işçilerin hem zorla çalıştırıldığını hem de kötü muameleye maruz kaldığını gören Nestlé. Alışılagelmiş gizlilik pratiklerini uygulamayı reddeden şirket, raporu internetten yayımlamakla kalmadı, tedarikçiler için yeni düzenlemeler getirdi, bunlara uyulmasını garanti altına almak için de bağımsız denetmenler tuttu. Kamunun bu şekilde aydınlatılması Tayland’dan balık alan diğer şirketleri de benzer yaklaşımlar benimsemeye mecbur bıraktı, tedarik zinciri lojistiğinin rekabetçi dinamiklerini tersyüz etti.
İŞ YAPMANIN YENİ BİÇİMLERİ
Piyasa dönüşümü daha sistemik iş stratejilerine mecbur bırakmanın yanı sıra iş yapmanın geleneksel biçimlerine meydan okuyor. Kurumsal amaçlara, tüketim kavramlarına, işletmede başarı model ve ölçülerine dair yeni yaklaşımlar talep ediyor.
Kurumsal amaçlara dair yeni yaklaşımlar: Kurumların amaçlarının paydaşları için para kazanmaktan ibaret olduğu fikri, 1970’ler ve 1980’lerde iş dünyasını ele geçirdi. Öte yandan hissedar değerinin peşinden koşmaya dayalı dar bakış açısı, yatırım planlamasına ve başarı ölçülerine dair ufukların kısa vadeyle sınırlı kalmasına neden oluyor. Ayrıca firmayı sürdürülebilirlik çabalarıyla ilgilenmeyen, Cornell Üniversitesi Hukuk Fakültesi profesörü Lynn Stout’un deyimiyle “öngörüsüz, fırsatçı, dışsal maliyetleri dayatan, etik ve refah kaygısı olmayan” paydaşlara odaklanmaya mecbur bırakıyor.
İş pratiklerinde ve eğitimde kurumsal amaçlara dair yeni fikirler karşılık bulmaya başlıyor. Örneğin fayda kuruluşları; organizasyonuna, yönetimine ve yasal açıklamalarına kârdan öte hedefleri dahil etmeye çalışan girişimlerin yalnızca bir örneği. Diğer şirketler de yakın takipte, kimi zaman onları taklit ediyorlar. Bu eğilim kapitalizm ve kurumsal amaçlar etrafındaki geleneksel düşüncelere meydan okuyan MBA öğrencileri arasında hayli popüler hâle geldi. Harvard İşletme Okulu’nun en çok tercih edilen derslerinden “Kapitalizmi Yeniden Değerlendirmek”; “günümüz kapitalist sistemlerinin evrimini, gücünü ve sınırlarını”, bugünün toplumsal ve çevresel meselelerine eğilmek için “kapitalizmi yapılandıran ‘oyunun kurallarının’ nasıl değişmesi gerektiğini” inceliyor.
Tüketime dair yeni yaklaşımlar: “Sürdürülebilir tüketim” oksimoron mu? Dünya Sürdürülebilir Kalkınma İş Konseyi böyle düşünmüyor, şirketleri “mevcut tüketim paradigmalarını terk etmeye” ve “ana akım hayat tarzları ve tüketim örüntülerinde değişimlere” gitmeye çağırıyor. Pek çok şirket ve aktivist bu fikirleri kullanıma sunmak için girişimlerde bulundu.
Örneğin Patagonia, Common Threads inisiyatifi aracılığıyla müşterilerini yeni ürünler yerine eBay’den kullanılmış ürünler almaya teşvik ediyor. Adbusters, genellikle Şükran Günü tatilini takip eden hafta sonu gerçekleşen Kara Cuma’ya karşı “tüketici harcamalarına 24 saatlik erteleme” olarak adlandırdığı “Hiçbir Şey Almama Günü” uygulamasını uzun süredir sürdürüyor. Açık hava malzemeleri perakendecisi ve kooperatifi Recreational Equipment ise #OptOutside programı kapsamında 149 şubesini Kara Cuma boyunca kapalı tutuyor. 2016’da Subaru, Google, Meetup ve Upworthy’nin yanı sıra Burton, Keen, Yeti ve Prana gibi açık hava pazarındaki rakip firmalar bu çabaya dahil oldu. Nihayetinde kaynakların kullanımını azaltmak gerekiyor, bu da tüketimin yeni modellerini geliştirmek anlamına geliyor.
İşletme model ve ölçülerine dair yeni yaklaşımlar: Piyasa dönüşümü, işletme fikirlerine egemen geleneksel modeller yerine yenilerini getirmeyi gerektiriyor. Örneğin neoklasik ekonomi ve vekalet teorisi insanları temelde bencillikle hareket eden varlıklara indirgiyor, şirketin işlerini yapanların (aracılar) tüm işi kendileri yaparken kârı şirket sahibinin (yönetici) aldığı takdirde işten kaytaracağını, hatta şirket sahibinden çalmaya başlayacağını varsayıyor.
Oysa davranışsal ekonomi üzerine çalışan araştırmacılar insanların neoklasik ekonominin belirttiği gibi davranmadığını, hukuk araştırmacıları ise yönetici motivasyonlarının basit yönetici/aracı ilişkilerinden daha karmaşık olduğunu, toplumsal açıdan daha olumlu motivasyonlara sahip binlerce paydaş, idareci ve direktörü kapsadığını iddia ediyor. İnsan davranışlarını küçümseyen yaklaşımlar yerine onların işlerini etraflarındaki dünyayı geliştirmek ve bu faaliyetleri beslemek için gerekeli organizasyonel koşulları yaratmayı öğrenmeye adamak konusunda neden ve nasıl motive olduklarını anlamayı hedefleyen yeni modeller de bunu kanıtlar nitelikte. Daha adanmış ve etkili bir kuruluş yaratmak için bu modeller işletme eğitiminde, araştırmalarında ve uygulamalarında giderek daha çok ilgi çekmeye başlıyor.
Diğer modeller de kabul görmeye başlıyor. Donut ekonomisi, toplumsal adaleti Antroposen çağının gezegensel sınırları içinde kalma çabalarına bağlayan bir ekonomik büyüme modeli. Ortak değer, bir şirketin rekabetçiliğinin içine dahil olduğu toplulukların refahıyla doğrudan bağlı olduğunu savunarak kapitalizmi yeniden tanımlamayı hedefliyor. Bilinçli kapitalizm; tüketiciler, çalışanlar, yatırımcılar, topluluklar, tedarikçiler ve çevre gibi büyük paydaşların tümünün menfaatini gözeten bir iş modeli. Yenilenebilir kapitalizm ise kapitalizmi kendi kendini örgütleyebilen, dolayısıyla kendine yetebilecek, küresel medeniyet için kalıcı toplumsal ve ekonomik diriliği üretmek için uyum sağlayabilecek şekilde yeniden hayal ediyor. Bu modellerin her biri kapitalizmin Antroposen’in kısıtlamalarına duyarlı bir uyarlamasını arıyor.
Başarıyı tanımlamak için kullanılan ölçüler iş davranışları modelleriyle yakından ilişkili, pek çoğu da sürdürülemez sonuçlara neden oluyor. Örneğin paranın zaman değerini (doların bugünkü değerinin yarınki değerinden fazla olduğu gerçeği) ölçmek için indirim oranları kullanılıyor. Öte yandan %5’lik bir indirim oranı 20 yıldan eski her şeyin değersiz addedilmesiyle sonuçlanıyor. İklim krizine verilecek karşılığı tarttığımızda bu herhangi birinin (özellikle de çocuk ya da torun sahibiyse) etik olarak değerlendirebileceği bir sonuç mu? London School of Economics’ten Nicholas Stern, iklim değişikliğinin azalmasının ve adaptasyonunun gelecekteki maliyetini ve faydasını hesaplarken alışılmadık biçimde düşük bir indirim oranı kullanan bir argümana başvurarak buna hayır cevabını veriyor.
Bir diğer sorunlu ölçü gayri safi yurtiçi hasıla (gross domestic product – GDP). Ulusal ekonominin sağlığını böyle ölçmek bir ülkenin sağlığına fayda sağlayan mali işlemlerle ona zarar verenleri ayırt etmekte zorlanıyor. Paranın el değiştirdiği her aktivite GDP büyümesi olarak kayda geçiyor, doğal felaketlere ya da kirliliğe karşı harcanan paralar bile. Alternatifleri değerlendirmek için Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Nobel ödüllü Joseph Stiglitz ve Amartya Sen’in önderliğinde bir komisyon kurdu. Komisyonun 2010’da yayımladığı rapor, ekonomik odağın malların üretiminden sağlık, eğitim, güvenlik ve sürdürülebilirlik gibi kategoriler için ölçüler içeren genel refaha kayması gerektiğini belirtiyordu.
PİYASAYI ŞEKİLLENDİRMEK İÇİN POLİTİKALARI ŞEKİLLENDİRMEK
Piyasa dönüşümünden ve kurumların toplumda değişen rollerinden bahsederken günümüz politik ve toplumsal iklimine ve onun etkilerine değinmeden olmaz. İklim değişikliğinin bilimselliğini reddeden Trump yönetimi, ekonomik büyümeyi artırmak için çevreyle ilgili düzenlemeleri gevşetti. Bu, 35 yıl önce ABD Çevre Koruma Teşkilatı’nın başına Ann Gorsuch Burford’u, İçişleri Bakanlığına James Watt’ı, ülkenin kirlilikten en çok mustarip alanlarını temizleyen Superfund programının başına da Rita Lavelle’i atayan Ronald Reagan’ın yaptığına benzer bir senaryo.
Reagan’ın atamaları çevreyle ilgili düzenlemeleri hafifletmeyi ya da durdurmayı hedefliyordu, ama skandallarla sonuçlandı ve halkın ciddi tepkisiyle karşılaştı. 1983’te üçü de görevden alındı, ilerleyen yıllarda kongre çevre düzenlemelerini sıkılaştırdı, çevre örgütlerinin üye sayıları ve bütçeleri giderek arttı. Sierra Club’un eski icra direktörü Carl Pope’un deyimiyle Reagan “çevre hareketini hor görerek onu yeniden icat etti.”
Başkan Trump’ın çevreye yaklaşımı Reagan’ın çevre düzenlemelerini etkisiz hâle getirme çabasına benzese ve benzer bir tepkiyle karşılaşması muhtemel olsa da önemli birkaç fark var. Öncelikle bu sefer tepkinin bir kısmı 1980’lerde olduğu gibi devletlerin politikaları lehinde mücadele vermek yerine sera gazını azaltmak konusunda öncü olan şirketlerden gelecek. Gerçekten de son araştırmalar şirket yöneticilerinin %85’inin iklim değişikliğinin gerçek olduğuna inandığını gösteriyor (%64 olan ülke ortalamasından epey fazla), pek çoğu da bununla bağlantılı piyasa risklerini ve menfaatlerini görüyor. Associated Press’e “İnsanların sebep olduğu sera gazının iklim değişikliği ve iklim belirsizliğine yol açtığını düşünüyoruz, bu da tarım tedarik zincirine baskı yapıyor,” diyen General Mills CEO’su Ken Powell yalnız değil. Cargill icra direktörü Greg Page, harekete geçmezsek gıda kıtlığı çekeceğimize dair uyarılarda bulunuyor. Bu tür endişeler bir sorunumuz olduğuna ve devletlerin hareketsizliğinin bunu daha da kötü hâle getireceğine dair kurumsal sektördeki güçlü ve artan bir bakış açısını temsil ediyor.
Karbonun sınırlı kullanıldığı bir dünyada istediği kadar kazanamayacak olanlar (fosil yakıt sektörü gibi) iklim değişikliğini kabul etmekten imtina ededursun, çoğu şirket meselenin uzun vadeli gidişatına bakıyor ve bugünün yönetiminin konumunun uzun vadeli gelecekte yeri olduğuna inanmıyor. ABD federal hükümeti dahil olsa da olmasa da diğer merkezi hükümetlerin yanı sıra ABD’deki eyalet ve kent idareleri yeni politikalar belirledikçe piyasa da değişiyor. Şirketlerden birçoğu küresel piyasaların bir parçası, ABD Paris Antlaşması’ndan geri çekilse de hükümetin vazgeçmesinin devam eden piyasa dönüşümünü durdurmayacağının farkındalar. Bazı piyasalar yavaş kalabilir; diğerleri de enerji ve devinim sektörlerinin geleceğinin yenilenebilir enerji ve (elektrikli ya da hibrit gibi) alternatif güç aktarma organlarına yatırım yapmaya bağlı olduğunu düşünen dünyanın farklı bölgelerine, örneğin Almanya, Hindistan ya da Çin’e kayabilir.
İnsanların bakış açıları da sürdürülebilirlikten yana değişmeye başlıyor. Anketler şimdiden iklim değişikliğinin gerçekliğine inanan Amerikalıların sayısının arttığına işaret ediyor. Hatta bazıları Cumhuriyetçilerin (kendini muhafazakâr cumhuriyetçi olarak tanımlayan %54’ü de dahil) çoğunun dünyanın ikliminin değiştiğine ve insanların burada bir rol oynadığına inandığını ortaya koyuyor. 2009’da Cumhuriyetçilerin yalnızca %35’inin inandığını düşünürsek bu büyük bir değişime işaret ediyor. İşin aslı Cumhuriyetçi siyasetçilerin, kongre çalışanlarının ve lobicilerin birçoğu iklim değişikliğinin bilimselliğine inanıyorsa da görüşlerini belirtmek için doğru politik kılıfı bekliyorlar.
Çevre için duyulan kaygı Amerikan halkının uzun süredir ilgisini çeken bir konuysa da acilden çok örtük hâlde, hatta bilinç düzeyinde değil. Anketler seçim kampanyası konularında arka planda kaldığını gösterse de (bir ankete göre ekonomi, terörizm, dış siyaset ve sağlık hizmetlerinin ardından on ikinci sırada yer alıyordu) dikkat çektikçe gündeme gelen, tehdit altındayken uyanacak bir konu. Bu uyanışı tetiklemek için kullanılabilecek birçok manivela var. Eğer tarih bize bir şey öğrettiyse, akıllı yöneticiler bu işaretleri okuyacak, piyasa değişimini sezecek ve ondan faydalanmanın yollarını arayacak.